Tasavvuf ve nükleer eleştiri

Dr. Muhyiddin Şekür’ün “Gölgeler Koridoru” adını taşıyan güncesi şu çarpıcı epilogla başlıyor: “John Greene suç duyurusunda bulundu”... Bir mutasavvıfın günlüğü için alışılmadık bir giriş. Irk ayrımcılığıyla alakalı olarak yaşanmış bir haksızlık ve bu haksızlığa karşı verilen hukuk mücadelesinin tasavvuftaki karşılığı nedir?

Bizde genellikle itaat ve teslimiyet temrini ve “koyundan yavaş gerek”liğiyle temayüz eden üstünkörü malumatı sarsan bir kitap “Gölgeler Koridoru”. Kitabın beni çarpan diğer tavrıysa, yaşadığımız gündelik ve küçük hemen her olayın orta ve yüksek ilgileriyle birlikte ele alınması... a- Gece karanlığında yanıp sönen bir ateş böceğinin; b- Kainattaki başka ve büyük olaylarla ilgisi; c- Aynı böceğin pırıltısının batıni boyutta veya ahiretteki izdüşümü diyebileceğimiz karşılıklarının iç içe ve aynı anda okunması ile ilgili tecrübe... Hayatın tüm olaylarını bir arada ve çoklu okuyarak birdenbire ve adeta sıçrayarak düşünceye dönüştürmek. Bölünmüşlükten, yarılmışlıktan, düalizmden, hatta perspektiften kurtularak yeni bir seyir macerasından bahsediyor Şekür.

Tasavvuf derslerinde Molyer okuyan müritlere rastlıyorsunuz veya meşhur bir caz şarkıcısının nakaratlarından Allah’ın birliğini terennüm eden şakirtlerle karşılaşıyorsunuz. Ya da Dr. Şekür’ün Bosna’da mermiler altında yaptığı bir terapi. Veya tıp profesörü olan Şeyh Efendi’nin Çernobil felaketi sonrasında “nükleer tehdit karşıtlığı” bağlamında başlattığı konferanslarını da aynı tasavvuf güncesinde okuyabiliyorsunuz.

***

 

Geçtiğimiz hafta Akkuyu’da denize sıfır olarak tasarlanmış nükleer tesisin maketleri yayınlandı basında. Beynim zonkladı. Lakin bizde nükleer konusu siyasi bir tartışmadır. Neticeten Ortadoğu’nun savaşkan rüzgarları arasında büyümüş kimseleriz hepimiz. Burnumuzun dibinde esen savaş rüzgarları bir yandan, enerji konusunda dışa bağımlılığımızdan kurtuluş reçetelerinin bizleri zorunlu olarak yönelttiği nükleer iyimserliklerimiz bir yandan... Çok sesli bir tartışmamız yok nükleer konusunda...

Öte yandan nükleer güç sahibi ulusların çoğu kez insan haklarını hiçe sayan güç delisi politikaları da farkında olmadan bizleri eğitiyor, nükleer savunma lehine... Tahran’da katıldığım bir uluslararası konferansta hem Fethi Yeken’in hem Rafsancani’nin nükleer güç lehine ortaya koydukları ikna edici dini, felsefi, siyasi görüşleri de anımsayarak... İlk kez bu kadar samimi nükleer karşıtı bir tez okudum Şekür sayesinde. Tasavvufun özündeki hikmetli seyrediş, rıza, paylaşım, infak, dayanışma, insana ve doğaya sevgi, çevrenin varoluş hakikatine saygı, kainattaki ahengin en anlamlı ders oluşu bilgisi gibi başlıklarla, nükleer tehdidin karşısında yer alıyordu Şekür ve arkadaşları... Doğrusunu isterseniz, ne alışık olduğumuz ulusalcı siyasetlerle ilgisi var tüm bu söylediklerinin, ne de iğneli fıçıya çevirdiğimiz Ortadoğu konjonktürüyle. Bizler, savaşların, katliamların, işgal ve sürgünlerin içinden geçen deneyimlerimizle Şekür’ün teklif ettiği kainatın çoklu okunması ve tevhidi anlamından oldukça uzağız.

***

 

Fakat buradan bambaşka bir sonuç daha çıkıyor: Müslümanlar, her konuda aynı şeyi düşünen monist/homojen bir toplum değildir. Bunun bir düşünce bereketi hasıl edeceğini umuyorum.

Geçtiğimiz yüzyıl, modernizmin insanlığa ve gezegenimize dayattığı ağır bilançolarla kapandı. İkisi büyük dünya savaşı ve yüzlerce yerel çatışmanın yanı sıra, sömürü, işgal, sürgün, açlık ve bozulan ekolojik dengeyle birlikte devasa bir yenilginin pençesindeyiz tüm bilimsel ilerleme nidalarının yanı sıra... Paradigmal iflas evresinde; hukuk taleplerini de içinde barındıran tasavvufi teklif, gına getiren çıkışsızlıklarımız için yeni bir öneri olabilir mi? Siyasetten değil, Kainatı yeniden okumaktan bahsediyorum. Enerji tröstleri, ulusal siyasetler ve reel diplomasilere rağmen, nükleer tehdide hayır diyebilir miyiz?