“TC” tabelası asmakla yurtseverlik olmuyor...

G20 Zirvesini takip etmek üzere Osaka’dayız. 

Şehrin puslu havası sanki ev sahipliğini yaptığı zirvenin halini haber verir gibi... 

1999 yılında,“gelişmiş ekonomilerle, gelişmekte olan ekonomiler arasında bir işbirliği ortamı oluşturularak küresel ekonomik krizleri önlemek” amacıyla başlayan G20 Zirvesi 2008’den sonra, ikili görüşmelerin yapıldığı bir platforma dönüştü. Dünya liderleri, dönemin en yakıcı ulusal ve uluslararası problemlerine, G20’deki çapraz buluşmalarda çözüm arıyor. 

Nitekim Türkiye olarak belki de ilk defa G20’den bu kadar büyük beklenti içindeyiz. 

Artık sonuna gelinen S-400 meselesini makul bir çözümle noktalama çabasındayız. 

Pentagon, bu konuda başından bu yana çok agresif bir tutum izlediğinden, meseleyi liderlerin ele alacak olması da çözüm ümidimizi arttırıyor. 

Elbette S-400 konusu, ABD ile aramızdaki tek problem değil, en acil problemdir. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, yarın Putin ile yapacağı görüşme de, özellikle İdlib’te tırmanan Rusya destekli rejim katliamları sonrasında çok daha önemli hale geldi. 

İkili temaslar bunlardan ibaret değil. Erdoğan bugün de Almanya Şansölyesi Merkel’den, Endonezya ve Güney Afrika Cumhurbaşkanlarına, Dünya Bankası Başkanından BM Genel Sekreterine uzanan geniş bir yelpazede ikili temaslarda bulunacak. 

Tabii bu yoğun trafik, zirveye katılan bütün liderler için geçerli. 

Herkesin, farklı bir gündemi, G20’den farklı bir beklentisi var ve canının dişine takıp, ulusal çıkarlarını kovalıyor. 

Bu anlamda G20’lerde tam bir “diplomatik dünya savaşı” yaşanıyor. 

İşte bu “dünya savaşı”nın ortasından bakınca, iç politikada; ortak millî menfaatlerimizin önüne geçen siyasî çıkar çatışmalarının, geleceğimiz açısından ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğu çok daha net görünüyor. 

Bunların tutumu, etrafını alevler sarmış bir evde, hızla yaklaşan yangını umursamadan, âleme devam etmeye benziyor. 

Artık İstiklal mücadelesi biçim değiştirmiş durumdadır. Dış tehditler karşısında herkes tavır almak zorundadır. 

Doğu Akdeniz’de yürütülmekte olan çabaların, Çanakkale’de verdiğimiz ölüm-kalım mücadelesinden hiç farkı yoktur. Bu mücadeleyi, “O kadar doları niye harcıyorsunuz” mesabesine indirgemenin neye tekabül ettiğini iyi düşünmek gerekir. 

S-400 meselesi bir“savunma” meselesi olmaktan çoktan çıkmış, egemenliğimizin göstergesi haline dönüşmüştür. 

Son zamanlarda, “Bu konuyu bu kadar germeye gerek yok, bir şekilde anlaşılmalı” sakızı çiğneyenler ne kadar gizlese de dilinin altındaki bakla net görünüyor. 

Daha ne var ki?.. 

Önümüzdeki ay bataryalar geldikten sonra ABD’nin; canımızı acıtmak için sıralayacağı yaptırımlardan kurtulmak için geri adım atmayı teklif etmekle, savaşta; “Can kaybı olmasın, bırakalım gelsinler” demenin hiçbir farkı yoktur. 

Bu “belalı coğrafya”da hiçbir bedel ödemeden bağımsızlığın tadını çıkarmaya alışan bu“mirasyediler”, ABD’ye taviz verdiğimiz taktirde sıkıntıdan kurtulacağımızı zannediyor, bugün bu bedeli ödemeyi göze alamazsak sürekli bedel ödeyeceğimizi anlayamıyorlar. 

Öyle tabelalara TC eklemekle iş bitmiyor. Bu konular, “TC vatandaşlığı”nın asgari şartıdır. 

ABD ve Avrupa’nın emperyalist saldırılarına karşı onursuz bir sessizlikle; “üç maymun”u oynamak ve bu saldırıların türevi olarak karşımıza çıkan “terör ve darbe” ile mücadeleye adam gibi destek vermemek, Çanakkale’den firar etmek kadar büyük bir hıyanettir, bu ülkede yaşama hakkını kaybettirir.