Teokratik Cumhuriyetin sonu

Türkiye’nin siyasi tartışmaları içinde “teokrasi” kavramını arada bir duyarız. Bihassa Kemalistler, İslamcıların ve hatta muhafazakarların “teokrasi”ye inandıklarını, kendilerinin ise “demokrasi” istediklerini iddia ederler. Yani “Tanrı tarafından yönetim”e karşı “halk tarafından yönetim” savunduklarını ileri sürerler.

Oysa bence memleketimizdeki asıl teokrasi taraftarları Kemalistler, asıl demokrasi taraftarları da muhafazakarlardır.

Neden mi?

‘Yukarı’daki irade

Önce “teokrasi”yi biraz açalım. Bu kavram, bir toplumu yönetenlerin yetkilerini insan-üstü bir kaynaktan almasını ifade eder. Ortaçağ Avrupası’nda “kralların ilahi yetkileri” denen inanç bunun tipik örneğidir. Buna göre halkın siyasi iradesinin bir önemi yoktur, çünkü hükümdarın yetkisi halkın çok daha “yukarı”sındaki bir otoriteden gelmektedir.

İslam’da ise, bazı teokratik iddialar olduysa da, ana akım görüş idarecilerin değil, onların tabi olması gereken hukukun ilahi kökenli olduğudur. Yani sultan, “bana uymak zorundasınız, ben yetkimi Allah’tan aldım” diyemez halka. Aksine halk sultana “şeriat isteriz” diye karşı çıkabilir; yani onun yetkisini hukukla sınırlandırır.

Bu nedenle de, Seyid Hüseyin Nasr’ın özlü ifadesiyle, “İslam’da teokrasi yoktur, nomokrasi (hukukun üstünlüğü) vardır.”

Peki “Atatürk Cumhuriyeti”nde ne vardır?

Dediğim gibi, bir tür teokrasi...

Çünkü bu cumhuriyette de siyasi yetkinin kaynağı halk değil, ondan çok daha “yukarıda” addedilen bir otoritedir: İnsan-üstü vasıflara sahip olduğuna inanılan “Ulu Önder”.

Tek Parti şairlerinin Atatürk’ü “Samsun’da karaya çıkan ilah” diye tanımlaması, Çankaya’yı Kâbe’nin yerine geçirmesi, söz konusu teokratik inancın ifadeleridir. Boş konuşmamıştır adamlar.

Dikkat ederseniz bu teokratik düzen demokrasiye geçit vermez. Yani siyasi konularda halkın ne düşündüğü, çoğunluğun neye karar verdiği bir önem taşımaz; Ulu Önder’in öğretileri başka her şeyden üstündür çünkü.

Nitekim Ulu Önder’in öğretileri ile toplum arasında bir uyuşmazlık olduğunda, sorun mutlaka toplumda bulunur. Halk “cahil”, entelektüeller ise “hain” sayılır.

Onların yerine Ulu Önder’in sorgulanması ise tahayyül dahi edilemez.

Bir başka deyişle, diğer teokrasilerde olduğu gibi burada da siyasi yetkinin kaynağı olarak görülen insan-üstü otorite, hiç bir şekilde tartışılamaz, hafife bile alınamaz. Bu tabuyu çiğneyenler hem toplumsal tepki hem de yasal yaptırımlarla karşılaşır.

CHP’nin sorunu

Tüm teokrasiler gibi bizdeki “Atatürk Cumhuriyeti”nin de pratik işlevi, bir toplumsal zümreye demokrasi-dışı bir otorite sağlamaktır aslında.

Bu otoriteye yaslananlar, yani Kemalistler, diğer yurttaşlarda olmayan bir yetki vehmederler kendilerinde: Sırf “Atatürkçü” oldukları için ülkeyi yönetmeye başka herkesten daha fazla layık olduklarına inanırlar.

Atatürk’ün partisi” olan CHP, ordu ile birlikte, bu iddianın hep taşıyıcısı oldu.

Son yıllarda ise CHP “yenilenmeye” çalışıyor ki, bu iyi. Örneğin hükümete karşı demokrasilerde görülecek türden eleştiriler getiriyor bazen.

Ama partinin teokratik kökenleri hâlâ sorgulanmaksızın duruyor ve arada bir su yüzüne çıkıyor. CHP İstanbul il başkanının Cumhuriyet Bayramı törenlerinde askerlere dönüp “Sizin korumanız gereken cumhuriyete biz sahip çıkıyoruz” deyişinde olduğu gibi.

Oysa CHP’nin anlamlı bir alternatif olabilmesi için bu teokrasi bekçiliğinden vazgeçmesi lazım. AK Parti’ye karşı, kendini Kemalizm gereğince daha meşru saymak yerine, eşit şartlarda rekabete girişmesi lazım.

Ana muhalefet partisini ancak o zaman ciddiye alabileceğiz.