Tepişme, cevap ver!

İnsanı çirkin, kaba ve saldırgan kılan, “Leviathan” yazarının “doğal hal”le açıkladığı “kendini koruma güdüsü” mü? Başkalarının varlığını ve ispat-ı vücut etmesini, kendi varlığımıza yönelmiş, (yöneltilmiş) bir tehdit mi saymalı?

İnsan bu mu?

Hobbes, herhalde, insanı güçlü (ve doğuştan eşit) kılan şeyin, aynı zamanda onun “zayıflığı” ve “küçüklüğü” olduğunu söylüyor.

Doğa içinde üstün ve sınırsız eşitliğe sahip insanı belirleyen temel özelliklerden biri, “yok etme hakkı”nı elinde bulundurmasıdır. Dolayısıyla, doğayı güvenliğine yönelmiş bir tehdit olarak düşünür. Sair varlıkları güvenliğine yönelmiş bir tehdit olarak düşünür. Kendi benzerlerini güvenliğine yönelmiş bir tehdit olarak düşünür.

Bu girizgâhı, Levent Yılmaz’ın yazdığı bir yazı ilham ettirdi.

Hobbes’un “doğa durumu” dediği şeyi şöyle açıklıyordu “Paralel Hayatlar”ın yazarı: “İnsanlar doğuştan eşittir. Bu eşitlik, insanları doğal olarak, varlığını korumak ya da sadece zevk almak amaçları uğruna birbirlerini yok etmeye ya da hükümranlık altına almaya iter, yani güvenlikte değildirler ve bu da insanları birbirleriyle sürekli bir savaş durumunda bırakır.”

Bu çıkarımı daraltalım: Türkiye’deki “sınıfsal tepişme”nin altında da bu güdü yok mu? “Güvenliğini teminat altına alma” güdüsü... “Sınıfsal mücadele” demek içinden gelmedi, nedense... Bu ülkede, tarihsel bir imtiyazdan geldiğini düşünen insanlar, sınıfsallıklarının ve üstünlüklerinin altını, genellikle ötekiyle “tepişerek” çizerler. Buradan türettikleri bir dille kalkışırlar mücadeleye. Çirkin bir “dil”dir bu. Tepkiler şımarıkçadır. Bakış tepedendir...

İsmi lazım değil... Çok çok önemli bir sol teorisyenin pornografik merakına ilişkin bir yazı yazmıştım.

Hani, Gezi olayları sırasında, başörtülü bir hanımefendi saldırıya uğradığını söylüyordu. Çirkin, kaba ve cinsel çağrışımları da olabilecek bir saldırı...

İnsanların bir kısmı “saldırıya uğradım” beyanına inanmıştı. Bir kısmı da inanmamayı seçmişti... “İnanmamak” bir tavırdır. Ortada bir iddia varsa ve “beyan” bizim için yeterli karine oluşturmuyorsa, tercihimizi yaparız, en fazla “inanmadığımızı” söyleriz... O sol teorisyenin yaptığı gibi, “Görüntü nerede? Görüntü isterim!”demeyiz.

Böyle dersek, ayıp etmiş oluruz.

Hem de tecessüsümüzün (merakımızın) sınırlarını çizmiş oluruz.

Ki, bu da iyi bir görüntü oluşturmaz hakkımızda.

Gombrowicz, ünlü kitabı “Pornografi”de şöyle diyordu: “İnsan mutlak olana, eksiksizliğe, gerçeğe, tanrıya, tam bir olgunluğa yönelir. Her şeyi kavramak ve kendini bütünüyle gerçekleştirmek ister. Uyduğu ahlâk buyruğu budur. Oysa pornografide, insanın çok daha gizli, hatta bir anlamda yasadışı bir başka amacı ortaya çıkıyor: Tamamlanmamışa, yetkinsizliğe, düşmüşlüğe duyduğu ihtiyaç...”

Bu tanımlamada işimize yarayacak (örneğimizdeki durumu açıklayacak) anahtar sözcükler “gizlilik” ve “düşmüşlük...” Demek ki, pornografi, bir açıdan da, bu iki hale (gizliliğe ve düşmüşlüğe) yönelik merakın “ihtiyaç” (!) olarak ortaya çıkması durumudur.

Başkalarının düşmüşlüğünü görmeye meraklı ünlü sol teorisyenimizin bu tutumunu eleştirdim. Karşılığında, “tepişen”, yani hakaret içeren ve bana konumumu (sınıfsal durumumu hatırlatan) bir cevap aldım.

Teorisyenimiz, “tuhaf merakı”na yönelik itirazlarımı görmüyor, görmek istemiyor. Bu meraka (tecessüse) ilişkin bir tecessüs de geliştirmiyor. Nedense oralara hiç girmiyor... Sadece “varlığımı” ve kendimi “itirazcı” bir konumda görmemi sorun yapıyor. Kendince “sınıfsal bir çalım” atarak, üste çıkmaya çalışıyor.

Bunun derin bir güvenlik endişesinden kaynaklandığını ve “patolojik bir hal”e işaret ettiğini söylemeye gerek var mı?