Terör, selefi cihatçılık ve batı

Hiç sonu gelecek mi? Aylardır, yıllardır bizi; ABD, Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’da radikallerin ve terör ağlarının ortaya çıkarıldığına ve/ya dağıtıldığına temin ediyorlar. Manşetten verilen haberlerin ve dikkat çekici tutuklamaların güçlü bir sembolik etkisi var. Fakat dertlerimiz sona ermekten uzak. Usame Bin Ladin’in öldürülmesine rağmen, faal durumdaki hücreler hala simgesel değeri yüksek hedefleri vurma kapasitesine sahip: Kamuya açık alanlar, okullar, dini yapılar, bazen de özellikle Yahudiler’in ibadet yerlerini. “İslami terör” çağımıza dadanmış bir hayalet ve uzun zaman için de öyle kalacak gibi.

Bıkmadan tekrarlanması gereken şeyi sık sık dile getirdim: Bu küçük gruplar İslam’ın değerlerini temsil etmiyor, hareketleri son derecede İslam karşıtı ve onları kınamaktan başka bir şey yapılamaz. Masumların katlinin, sivillere ve kamu kurumlarına saldırıların haklı gösterilmesi imkansız. İsrail devletini de diğer herhangi bir devlet gibi eleştirmek  meşrudur ve haklı görülebilir fakat bu hiçbir şekilde, yine İslam’a sığmayan anti-Semitizm’i mazur göstermez. Aslında sıradan inananların büyük çoğunluğuyla beraber, tanınmış Sünni ve Alevi Müslüman ilim adamları o çirkin kafalarını nerede çıkarırlarsa, radikallerin şiddetini ve Selefi mücahitlerin hareketlerini kararlılıkla kınıyorlar. Dünya bu mesajı duymalı ve Müslümanlar da devamlı tekrarlamalı.

***

Uluslararası düzlemde Selefi mücahitler ve radikallerin tehlikeli bir siyasi tutumları var. İnfaz ettikleri kişilerden sonraki ilk kurbanları, bir bütün olarak Müslüman toplumları. Radikallik ve terör sadece Batı’nın başına bela değil; Asya, Ortadoğu ve Afrika’da da dert. Günümüzde, ideolojik olarak muhafazakar literalizm ve cihadçılık arasında duran böylesi akımlar; Mısır, Tunus, Suriye, Libya ve Kuzey Mali’de güçleniyor ve bir yandan da Irak ve Afganistan’da aktif varlık gösteriyorlar. Bu grupların görüşlerine karşı çıkmak ve her şeyden öte, karmaşa yaratma kapasitelerini kısıtlamak zorunlu. Geçtiğimiz on beş yıldır, fakat özellikle son beş yıldır, insanları kriz zamanlarında sokaklara dökme konusundaki başarılarını gösterdiler.

Radikal gruplara katılan gençlerin din bilgisi konusunda büyük eksiklere sahip oldukları açık ve vicdan azaplarını kendilerini suç dolu bir hayattan mahrum bırakarak dindirmeye çalışmadıkları zamanlarda, genellikle siyaset açısından saflar. Avcı ve çıkarcı hükümet istihbarat teşkilatlarının enstrümanları olabilecekleri gibi, Cihatçı örgütlerin yaymakta olduğu radikal ve popülist retoriğe kolayca kanabilirler. Muhbirler ve provokatörler bu grupların içine, Pakistan’dan ABD’ye; Irak, Libya, Lübnan, İsrail, Mısır ve Suriye’nin yanısıra, İngiltere, Fransa, Almanya ve Danimarka yoluyla sızmayı başardı. Genç radikallerin dini samimiyeti ve siyasi saflığının ardında genelde dini veya siyasi otoriteler, hatta hükümet gizli servisleri pusuda beklemektedir. Hepsi dini samimiyetten yoksundur ve ölümcül olduğu kadar bariz bir siyasi sinizmden güç alırlar. Radikallik ideolojisi ve bunu düzenleyen teşkilatlar birçok açıdan tehlikelidir. Katı ve kararlı şekilde kınanmalıdır ve amaçları, önde gelen oyuncuları ve karanlık bölgeleri dikkatle incelenmeli.

***

Bu incelemeye, bu tip grupların Batı’daki ve Müslümanlar’ın çoğunlukta olduğu ülkelerdeki varlıkları arasındaki stratejik bağlantı da eklenmeli. Terörle ve görünüşe göre gayriresmi ve birbiriyle bağlantısız biçimde ortaya çıkan hücrelerle savaşmak, Almanya, ABD, İngiltere, Fransa ve başka yerlerde görüldüğü gibi vahim engeller sunuyor ve zor. 11 Eylül 2001’in ardından ABD, Afganistan ve sonra Irak’ta olduğu gibi, etkilenen ülkelerin acil siyasi ve askeri tepkilerinin takip ettiği terör faaliyetlerinin ötesinde, yerel hücrelere karşı yoğun medya takibiyle yapılan operasyonların Batı ülkelerinin dış politikalarından tamamen bağımsız olamayacağı gerçeği ile karşı karşıyayız.

Aslında eğer bir yerde bir terör olayı yaşanırsa, Batı müdahalesi asla çok geride olmuyor. Cihad tehdidi ülkede hissedilmeye başlandığında Batı’da terör, vatandaşların daha fazla gözetlenmesi ve yabancı ülkelere askeri operasyon düzenlenmesini gerekçelendirmesi için başarıyla kullanılıyor. Cumhurbaşkanı ve başbakanının gereken her yerde radikal İslam ile savaşacaklarını ilan ettiği Fransa; artık tehdit kendi topraklarında hissedildiğinden ve Fransız rehineler halen serbet bırakılmadığından, yakında özellikle Mali olmak üzere yabancı ülkelere daha çok müdahale etmek için bahane aramaya başlayacak. Burası stratejik bir bölge ve yeni keşfedilen petrol rezervleri neredeyse Libya’dakiler kadar zengin.

Böylesi düşünceler bir kenara, sorumluluklarımıza odaklanmalı ve kendimizi kurban yerine koymayı reddetmeliyiz. Bir kez daha Müslümanlar, dini temsilciler, toplum liderleri ve sıradan inananlar, radikaller tarafından kendileri adına yapılanları kınamak için seslerini yükseltmeli. Aynı şekilde siyasetçiler ve medya da çağrışım temelli suçlamalardan kaçınmak için çaba sarfetmeli. Sadece kriz anlarında ve terör olaylarında, mücahitlerin ve radikallerin tüm Müslümanları temsil etmediklerini onaylayarak değil; Müslümanlar hakkında olumlu konuşmanın yollarını bulmalı ve bunu sadece kriz zamanlarında yapmamalılar.

-Bu yazı STAR Gazetesi için kaleme alınmıştır.