‘Terörü bitirmek için zehir olsa içerim’

Başbakan Erdoğan, Kayseri’de sivil toplum örgütlerine hitaben çok güçlü bir cümle kurmuş ve “Terörü bitirmek için zehir içeceksin deseler içerim. Siyasi hayatıma mal olsa bile” demiş.

Bu cümle Başbakan’ın siyasi bir atraksiyona girdiğini mi yoksa PKK’nın silah bırakma sürecini yöneten siyasi olarak kararlılığını mı gösteriyor?

Elbette ikincisi. İmralı görüşmelerini yürütmekle yetkili devlet birimi MİT ama sürecin yönetim sorumluluğu Başbakan’da. Meydanlara çıktığında, Allah korusun bir provokasyonla karşılaşıldığında durumu izah etmek yahut sürdürülemez bir durum olmasına rağmen 30 yıldır süren terör nedeniyle kaybedilen, kaybedilecek olan her can için, hesap vermek zorunda olan kendisi.

Daha önce partisinin Doğu ve Güneydoğu bölgesi milletvekilleriyle istişare eden Başbakan geçen hafta da Karadeniz bölgesi milletvekilleriyle buluşarak İmralı sürecini anlattı ve sürecin hassasiyetine halel getirecek açıklamalardan uzak durmalarını, süreci halka doğru anlatmalarını istedi.

Bu gelişmeler, MİT’le İmralı arasında varılan mutabakatın halka izahı aşamasına geçildiğinin işareti. Çünkü işin bir yönü PKK’nın silah bırakıp dağdan inmesi ve topluma entegrasyonu ise diğer ayağı da Türkiye genel kamuoyunun silah bırakan PKK’nın aramıza gelişine hazırlanmasıdır ve görünen o ki iktidar partisi burada da ön açmakta.   

Şeffaflığın önemi

İktidardaki siyasinin, onbinlerce cana mal olmuş bu kadar kanlı ve sıkıntılı bir meselede, üstelik de muhalefetin desteği olmaksızın bu kadar güçlü cümleler kurması azımsanmayacak bir öneme sahip. Bu netliğin ve kararlılığın, çözüm isteyen BDP ve PKK tabanı için de en büyük güven kaynağı olduğuna şüphe yok.

Bu netlik, süreci evvelkilerden de ayırıyor. Habur ve Oslo’da da çözüm niyetiyle hareket edilmiş ama 30 yıllık terör-savaş pratiğine rağmen barış konusundaki acemilik ve hem enfeksiyonlara, hem provokasyonlara açık olma hali nedeniyle süreçler akamete uğramıştı. Şimdi, edindiği tecrübelerden de faydalanarak kendi göbeğini kendisi kesiyor Türkiye. Devlet aklının kullanıldığı, toplumsal faydanın gözetildiği süreç şeffaf şekilde ve Başbakan’ın verdiği güvenceyle “tamamen hukuki bir çerçevede yürütülüyor”.

Bu şeffaflığın -PKK tabanı dahil- Türkiye genel kamuoyunun bilgilenmesi ve sürecin bir parçası olarak yapılanları onaylaması gibi çok önemli bir gereği ve anlamı var. Yoksa varılan mutabakat MİT ile İmralı arasında kalır, hayata geçirilemez ve bu da başarısızlıkla sonuçlanan üçüncü bir deneme olarak kayda geçmekten kurtulamaz. Ki bu da neticede, bir sonraki denemeye kadar üzerlerinde farklı üniformalar olsa da yüzlerce genç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ölmesi demektir.

İmralı’ya kim giderse gitsin

İmralı’ya kim gitsin polemiği nihayete ermiş gibi görünüyor ama yazının yazıldığı saatlerde hangi isimlerde karar kılındığı netleşmiş değildi.

Hatırlanacağı üzere, Başbakan İmralı’ya gideceklerle ilgili olarak iki kriterden bahsetmiş ve teröristlerle kucaklaşanlarla (DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk ile BDP Eşbakanı Gülten Kışanak), yanlış mesajlarla hassas sürece zarar verenlere (geçen ay “Devlet PKK’yı bombalıyor” diyen Ahmet Türk ile geçen yaz “PKK bölgede 400 kilometreye hakim” diyen Selahattin Demirtaş) İmralı izni çıkmayacağını söylemişti. BDP ise ısrarla “hayır, adaya Eşbaşkanlar gidecek” diyordu.

Sadullah Ergin ve Yalçın Akdoğan’ın “süreç ve netice, kişilerden daha önemli” açıklamalarından sonra BDP, ısrarından vazgeçip “kim giderse gitsin ama görüşmeyi mutlaka kurumsal kimlikle yapsın” ortak kararına vardı. Hükümetin ve Başbakan’ın dün suskunluğa bürünmesi, krizin aşıldığının ve yola devam edildiğinin sessiz işareti olarak okunabilir.