Terörün dini imanı olur mu?

Charlie Hebdo saldırısıyla bugüne dek görmezden gelinen gerçekler şak diye karşısına çıktı dünyanın. Batı için de böyle bu, doğu için de. 

İtiş kakıştan nemalananlara diyecek yok da, İnsan’a inanan ve gidişattan rahatsız olanlar için uyanma vakti. 

Müslümanlardan başlayalım:  

Daha fazla gecikmeden özeleştiri yapmak, cihat ile cihadizmin farkını görmek ve cihadist hareketleri sorgulamak zorunda İslam dünyası.

Yeni Şafak’ta Ergün Yıldırım’ın dediği gibi: “Cihadizmin sadece terör ve kaos yarattığını, bunu en çok kendi coğrafyamızda yaşadığımızı görmeliyiz. Paris’te 12 kişi katledilirken Boko Haram da 2 bin kişiyi katletti”.

Müslüman siyasilerin demokrasiye, sivilliğe vurgu yaparken uluslar arası kamuoyuna da sistemin yanlışlarını, sıkıntılarını anlatması çok önemli.

Başbakan Davutoğlu’nun Paris’te terörü telin yürüyüşüne katılması da, oradan yaptığı açıklamalar da çok doğru ve yerinde o yüzden; ahlaken ve siyaseten.

Ama İslam âlimlerinin, din adamlarının sorumluluğu siyasilerden daha fazla.

İçtihadın işletilmemesi, pratiğin kolaylaştırılmayıp zorlaştırılması, şekil şartı aranırken gönlün yok sayılması gibi sebeplerle 21. yüzyılda yaşayan ve kendi çağının sorunlarıyla boğuşan Müslümanların zorda, ‘araf’ta. Bu bir sorun.

Bir diğeri, Selefilik’in yayılma hızıyla şirazesiz kalmış şiddete meyyal gençler arasındaki bağın bir türlü görülmemesi.

Batının yakın körlüğü

Batıya gelince... Görmeleri gereken öncelikli mevzu, son derece ikiyüzlü ve adaletsiz bir sistemin başını tuttukları ama dünyanın o eski dünya olmadığıdır.

Kapitalist sistemin, çok satanlar kategorisinde pazarladığı silahlar için talep yaratmakta da pek mahir olduğunun herkesce görüldüğüdür. 

Ülkelere çizdikleri sınırlar ve koydukları korkuluklar bakımından durumun sürdürülebilir olmaktan çoktan çıktığıdır.

Mevcut düzenin nasıl kurulduğu bir yana -şu noktaya gelinmesinde büyük payları var Batılı devletlerin.

Kiminin ki, kendi vatandaşı olan Müslümanların sorunlarını ihmal etmek, kiminin ki sınırları dışındaki coğrafyalara şu ya da bu sebeple kast etmek.

Uluslararası hukuk metinlerini boşa düşüren bir pratiği güncel tutmak da cabası.

Hassasiyet noktalarına esneklik kazandırmak yerine özgürlüklerin tanımı ve kullanımıyla ilgili kendi standartlarını tüm dünyaya tek doğru olarak dayatmaya kalkmak keza. 

Özgürlük kullanımıyla nefret suçları arasındaki çizgide yakın körlüğüne düşmek ve özgürlük kullanımını hiyerarşiye tabi tutmak da öyle.

Bunları görmek, göstermek teröre mazeret üretmek değildir ayrıca. Haksızlığa uğrayan teröre başvurma meşruiyeti kazanır diyen yok sonuçta. Öyle olsaydı başörtülü kızlar çoktan dağa çıkardı, Aleviler yeraltına inerdi, İhvan silahlanırdı, vesaire. 

Kaldı ki terör, Aslı Aydıntaşbaş’ın hatırlattığı gibi, profesyonel bir iştir zaten. Finansmana ve organizasyona ihtiyaç duyar. Bir dinin adını kullanıyor olması, ilk hedefin o olduğunu gösterir sadece

Uhud nasihatini unutma!

Her meselede sebepler, dış etkenler vardır elbette. Ama ne yapacağımıza -çoğu zaman- kendimiz karar veririz. Bizim sınavımızdır çünkü bu.

Diyelim ki ayrımcılığa, adaletsizliğe, şiddete maruz kalındı. Ya da birileri sizi kışkırtmaya çalışıyor. 

Ne yapacaksınız?

Aklınızı ve asaletinizi koruyacak mısınız yoksa bir yular gibi nefsinizden tutanların peşinden düşecek misiniz kurulu tuzağa?

Bu gibi durumlar için bir tavsiyesi var Kur’an-ı Kerim’in.

Şöyle: Uhud Savaşında bozgun olur. Peygamber Efendimizin sevgili amcası Hz. Hamza ve pek çok başka sahabe şehit olmuştur. Müslümanlar şehitlerini almak için savaş meydanına döndüklerinde, ölülerin yüzlerinin ve vücutlarının parçalandığını görürler. Hiddetlenirler haliyle. Aynısını onların ölülerine yapmak için izin isterler Hazreti Muhammed’den.

Bir ayet nazil olur o esnada:

“Eğer ceza vereceksiniz size yapılanın aynıyla mukabele edin. Ama sabrederseniz and olsun ki bu, sabredenler için daha iyidir”. (Nahl Suresi / 126)