The never ending story

Avrupa Birliği’ne tam üye olarak katılma hedefi, biliyorsunuz, onyıllardır gündemimizde. Bilhassa 1990’lı yıllardan bu yana. Benim 80’li yıllardan beri bu konudaki görüşüm şöyleydi:

Avrupa Birliği (ilk adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu ve o sıralardaki adıyla Avrupa Topluluğu) esas îtibâriyle ekonomik işbirliği üzerine kurulu bir yapıdır. Ancak uzak amacı bu birliği politik olarak da gerçekleştirmekdir. Zâten bunun içindir ki üyelik şartları arasına, ekonomiyle ille de doğrudan bağlantılı olması farz olmayan, çoğulcu demokrasi ve bunun ayrılmaz parçaları olarak en geniş anlamıyla insan hakları ve dolayısıyla hukuk devleti ilkelerini de koymuşdur.

Türkiye, 1980’lerdeki, yâni benim muhtelif vesîlelerle bu mevzua değindiğim zamanlardaki hâliyle sözkonusu şartları hâiz olmakdan çok, ama çok uzak bir mevkıydeydi. Ben diyordum ki Türkiye için bu işbirliği ve netîceten tek devlete gitmesi istenen yapılanma aslında ekonomik bakımdan da önemli olabilir. Nitekim önemli olduğu uzmanlar tarafından söyleniyor. Fakat biz Türkler için daha da önemlisi, projenin “politik” kısmıdır. Yâni çoğulcu demokrasi, hukuk devleti, her türlü özgürlüğün meşrû sınırlar içinde alabildiğine kullanılabilme garantisi vs...

Türkiye, kendi içinden doğma dinamiklerle bu özgürlükleri gerçekleştirebilecek güce sâhib bulunmadığı, Türkçesi bu gibi “konforlar” yüce halkımızın pek de umurunda olmadığı için bu AET/AT/AB’nin sağlamayı inandırıcı şekilde vaat etdiği ekonomik avantajlar bir “havuç” gibi kullanılarak aynı zamanda insan haysiyetine yaraşır bir demokratik düzen de sağlanabilir. Bunun nîmetlerini bir kere tadan asil milletimiz ise böylece bu sistemin sâhici bir tarafdârına dönüşebilir.

Onun için ben AET/AT/AB’ye tam üyeliğimizi başından îtibâren var gücümle destekledim. Ama bir noktaya kadar!

Çünki Türkiye’nin istikbâlde bir gün bu organizasyon içinde egemenliğini kaybedip koskoca bir sistemin bir sürü dişli çarkından sâdece biri olmasına da kesinlikle karşıydım.

Başka bir deyişle Türkiye’nin meselâ Ortaasya’daki diğer “amcazâde” cumhûriyetlerle münâsebetlerini Brüksel üzerinden yürütmesi ihtimâli bir yandan her Türkün kanında doğuşdan mebzûl mikdarda bulunduğunu tahmîn etdiğim “milliyetçilik virüsü”nü tahrîk ederek canımı sıkarken beni tamâmen pratik bağlamda da rahatsız ediyordu: Zîrâ bu, teşbih câizse, diyelim ki iki Türkün sohbet için dünyânın parasını vererek bir İngilizce tercüman tutup onun vâsıtasıyla anlaşabilmesine benziyordu.

Ben bundan ötürü de müstakbel bir tam üyeliğe soğuk bakıyordum.

Bugün, 2013 Yılı, vardığımız nokta doğrusu benim memnûn olmaklığımı haklı kılacak özellikler taşıyor.

Bir kere Türkiye son 25 ve bâhusus son on yılda demokratik toplum düzeni zâviyesinden şâyân-ı hayret bir mesâfe kaydetdi. Evet, asıl özlenen yerden hâlâ epeyice uzağız ama geride bırakdığımız mesâfe de en kötümser bakışla bile küçümsenecek gibi değil.

Bu, benim o dillere destan deham sâyesinde tahmîn etdiğim üzre halkımızın da bizzat “tadarak” demokratik düzeni benimsemesine yardımcı oldu.

Demokratik düzenin yerleşmesine paralel olarak ülkemizin başardığı olağanüstü ekonomik gelişme ise artık her bir halt için Batı’dan “icâzet” almayı şart zanneden Tanzîmat kafalı birtakım uyuzların geri plana itilmesini kolaylaştırdı. Biz nasıl olsa o yöne gidiyorduk ama bu da bir “müsâid rüzgâr” yerine geçdi.

Netîceten Türkiye bugün artık AB’ye girmesi “elzem” bir ülke konumundan kurtulmuşdur!

Şu sözüm lütfen yabana atılmasın!

Biz artık AB’ye “muhtaç” değiliz!

Gerçi tam üyelik hâlâ bâzı bakımlardan işimize yarayabilir ama Brüksel, Berlin ve Paris’deki birtakım örtülü “Hıristiyanlık budalaları”nın koyacağı şartlarla değil kendi hür şartlarımızla ve diğer “haysiyet sâhibi” ülkeler gibi!

Şunu aslâ unutmayalım ki Türkiye’nin AB kapısında oyalanması, Fransa ve Almanya’daki bâzı sahtekârların iddia etdiği üzere öyle “henüz şartları yerine getirememekden” değil aslında “Müslüman” bir ülke olmasındandır!

Bizden önce alınan Güney Kıbrıs vs. gibi ülkelere bakınız, yerlerde sürünüyorlar!

Fransız Devlet Başkanlarından François Mitterand’ın bu vesîleyle daha yaklaşık 20 yıl önce söylediği (ve sonradan söylediğine muhtemelen pişmân olduğu!) sözü unutmayalım:

“Kurucu ülkelerden biri olarak daha biz dahî şartların ancak yüzde 60’ını yerine getirebildik.”

Adam daha ne desin?

Lafım bitmedi ama yerim bitdi!