Toplumsal belleğin ağır bedeli

Ayşe Böhürler'in tarih içindeki kadın hattatları konu alan belgeseli, benim için tam anlamıyla bir sarsıntıydı. Yok olduğunu zannettiğiniz bir şey bazen hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkar ve her şeyi tuzla buz eder.

Doğu'da, meslek sahibi kadınların, sanatçıların, bilginlerin hatta evliyaların varlığı hep tartışma konusu olagelmiştir.Bunda oryantalistlerin Şarka ve İslam'a olan önyargılı tutumları kadar bizim müennes olana "tam olmayan" üzerinden bakışımız da etkindir.

Prof. Serpil Çakır'ın Osmanlıda Kadın Hareketiadlı eseri, Osmanlı kadınlarının basın/yayın, eğitim, sivil toplum ve mesleki yaşamdaki etkin varlığını kamusal belleğe iade ediyordu ve heyecanla karşılamıştık bu kitabı. Halen kütüphanemin en görünür yerindedir. A, "görünür" mü dedim, işte kıyamet! Bellek veya referans dediğimiz şeyler, zaman ve tarih kesişimindeki birikimler mahiyetindedir ve bunun bir tür varoluş bilincine dönüşebilmesiyse, görünürlük kazanmasıyla ilgilidir. Belleğin görünürlükle olan ilişkisi kadınlar açısından çok zorlu bir süreçtir aynı zamanda.

Kadınların toplumsal bellek içindeki yansıyışları zikredilirken yazar Fatma Barbarosoğlu'nu es geçemeyiz. Osmanlı münevveri Fatma Aliye hanımı ve eserlerini günümüze yeniden hediye ederken sabırla topladığı ve ilkin küçük küçük, ardındansa dönemin sosyolojisine ışık tutacak bilgiler, devasa bir medeni belleğin, son modern kısmıydı. Kısmından bir kısımdı... Fatma Aliye Hanım, döneminde ismini kullanmaktan imtina eden, kendi imzası yerine babasının adını kullanan veya "Kadıköy'den bir hanım", "mektepli kız" gibi ibarelerin gölgesine sığınan hemcinslerinden farklıydı. O, eserlerinde ismini, imzasını kullanan ilk Osmanlı hanımıydı...

Benim kadın tarihi çalışmalarımda kutsal ve kadın ilişkisi üzerinden zorlu, netameli bir yolda yürüdü hep. Dinler tarihince mukaddes anne addedilirken, bir yandan da zamanın dışına itilmiş, toplumsal bellekte karşılığı parçalanmış veya izi kaybedilmiş kadınların hikayesidir yazım yolculuğumun ritmi... Hz. Meryem'in medeni belleğe dahil olması ''keşke ölüp de gidenlerden ve unutulmuşlardan olsaydım'' yakınmasıyla birlikte okunmalıdır mesela. Ve bu okuyuş, ister istemez moderndir, yarılma esaslıdır, her şeyden evvel mesafeli bir öğreniştir bu, kederli bir şeydir. Rilke'nin ifadesiyle ''paramparça olmuş hayatın hikayesi, ancak un ufak parçalar halinde anlatılabilir...''

***

Mostar Köprüsü'nün bombalanışı veya Bağdat'ta Evkaf Müzesi'ndeki Buhari orijinallerinin ateşe verilmesi gibi hadiseler, medeniyetler savaşının aslında çok açık bir bellek savaşımı olduğunu da vurgular bize. Braudel'in ifadesiyle "medeniyet kini"dir bu, belleğin yok edilerek mefluç veya utanca mahkum hale getirilmesidir.

***

Belleksiz bir toplumuz. Bizdeki bellek korkusunun kriminal bir yönü de var. Bellek ağır bir yük hatta suç tasarımı hadisesi olarak addedildiğinden ve tabi tutulduğumuz uluslaştırma projeksiyonu, belleksizlik ve red-i miras üzerinden kurgulandığından, bizde bellek ürküntü vericidir. 1980 öncesinin gençlik liderlerinden Mehmet Güney Beyefendi'ye de ifade ettim, Büyük Doğu Gençliği, Milli Türk Talebe Birliği birikimi, Akıncılar Hareketi gibi yakın tarihimizdeki gençlik muhitleri hakkında ciddi bir bellek birikimimiz yok. Takibat altında ne fotoğraf kaydedebilmişler ne arşivleri var. Bir de delikanlılık var, yapıp ettiklerini anlatmama terbiyesi. Bugünün gençliği için ilham alınacak hayat hikayelerinin paylaşılması gerektiğini düşünüyorum.

Akif Emre'nin ani vefatıyla içimdeki bellek tartışması yeniden alevlendi. Münevver Ayaşlı'nın, Mustafa Kutlu'nun, Ömer Lekesiz'in, Afet Ilgaz'ın da hatıra/belgeleri var bende. Dünyalarını değiştirdikten sonra kişilerin arkalarında bıraktıkları kitaplar, cümleler, mektuplar, fotoğraflar, resimler birdenbire objeleşiyor. Akif Bey hayattayken hediye ettiği, bilgisi dahilinde paylaştığım fotoğraf veya çizgiler daha sonrasında hiç istemediğim şekliyle polemik konusu edilmiş. Vefatından sonra, sosyal medya üzerinden yakınlarını incitecek ifadeler, mesajlar söz konusu olmuş. Bana aktarılan bu saçma sapan hadiseden haberim yoktu. Üzgünüm ve kızgınım. Sosyal medya adresimin denetimi yapılıyor, sorumlular elbette hesabını verecek.

Ariflerin görünür olmaktan kaçınmasını şimdi daha iyi anlıyorum. Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'nın yitik kabirlerindeki sırrı da. Hayatını kaybetmiş insanlarımızın mahremiyet hukuku ne kadar azizse, hasbelkader henüz hayatta olan bizlerin haysiyeti de o kadar aziz olmalıdır.