Transatlantik gibi olmak

Büyük devletlerin dış politikalarını yakından takip edenler Transatlantik benzetmesini çok severler. Rusya için de aynı şey söylenir, Amerika için de. Vurgulanmak istenen bu tür ülkelerin dönüşlerini yavaş yaptıkları, bir kez dönüş yaptıktan sonraysa kıra-döke de olsa yollarına devam ettikleridir.

Aslında pek çok ülke böyle hareket eder. Bazısı bürokrasisinden, bazısı demokrasisinden ama çoğu da saplantısından dolayı dünya siyasetindeki değişimlere uyum sağlamakta zorlanır. Dönmeye, dümenini kırmaya çalışsa bile dönemez, tornistan yapar, makinalarını yorar.

Saplantılar genellikle akıl tutulmasına yol açar. Politikanızı belirlemesi gereken değişkenlerin değişken olduğu görülemez hale gelir. İç siyasetin gerekleri dış politikanın önceliklerinin yerine geçer. Ülkeler manevra yapamaz duruma düşer. Etkilerini, güçlerini, hatta bazen topraklarını ve insanlarını kaybederler.

***

Oysa dünya siyaset sahnesi pazar yerine benzer. Devletler şirketler gibi hareket ederler. Piyasaya çıkarken amaçladıkları var olmaktır. Güçlenirlerse tekel olmaya, yani dünya imparatorluğu kurmaya kalkarlar. Oyun kuralı rakiplerinizin güçlenmesine engel olmaktır.

Tıpkı şirketler gibi devletler de bazen alttan vururlar, bazen açıktan açığa savaşırlar. İttifaklar kurarlar, silahlanırlar, pozisyon değiştirirler. Karşısındakilerin davranışlarını, mümkün olduğu takdirde de aklını kontrol etmeye çalışırlar. Ödül vaat ederler, ceza verirler.

Dünya siyasetinde her an her şey değişir. Bir bakarsınız Arap Baharı diye bir şey olur çevreniz size benzeyen doğal müttefiklerle dolar, bir bakarsınız darbe olur güvendiğiniz dağlara kar yağar. Dünya siyasetinde hiçbir dostluk, hiçbir düşmanlık kalıcı değildir.

Savaş, siyasetin sadece başka araçlarla devamıdır. Dün düşman gördüğünüz bir ülke bugün dostunuz olur. Çünkü çıkarlarınız örtüşür. Diyelim ki İsrail karşıtlığında birleştiğiniz Hizbullah bakarsınız sizinle bambaşka bir cephede yer alır. Hasmınız saydığınız İsrail sizin işinize yarayacak işler yapar, mesela gider Suriye’yi bombalar.

Dünya siyasetinde önemli olan değişimi görebilmek ve hissedebilmektir. Değişimi görenler, hissedenler, doğru okuyanlar gerçekten de tarihin akışının doğru yerinde dururlar. Göremeyenler ise tarihin derinliklerinde kaybolup giderler. Belki yok olmazlar ama etkileri azalır.

Türkiye yakın zamana kadar bu değişimi doğru gördü ve okudu. Zaten o yüzden etkisi ve özgül ağırlığı gücünün çok ötesinde arttı. Ancak değişim hızlanınca okumakta zorlandı, transatlantiklere benzemeye başladı. Değişimi kendi algısıyla yönetmeye çalıştı.

Oysa içinde ve dışında onlarca sorundan mustarip Türkiye’nin başkalarının yaptığı hataları yapma, değişimi yavaş yavaş, içine sindire sindire okuma lüksü yok. Çok daha çabuk hareket etmek, değişime çok daha hızlı uyum sağlamak zorunda. Unutmayalım ki çok acımasız bir pazarda iş yapıyoruz.

***

Suriye sorunu giderek çok daha çetrefilli bir hal alıyor. Bir yandan bölgenin kırılgan ülkelerini içine çekiyor, diğer yandan bölgesel ve küresel rekabeti kışkırtıyor. Kürt sorunu da bekletildikçe bölgenin gerilimleriyle daha fazla mayalanıyor. Dışarıdan bakanlarsa Suriye’de bizim gördüğümüzü görmüyor. Bu saatten sonra geriye çekilmek de çözüm değil.

Filistin deseniz Kerry’nin çabalarıyla bambaşka bir nitelik kazandı-kazanacak. Artık belli ki Hamas üstünden Filistin siyaseti yapmak çok daha zor olacak. Mısır da darbe ile birlikte pozisyon değiştirdi. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ise bölgenin geleceğinin nasıl şekillenmesi ve tarihinin ne şekilde akması gerektiği konusunda bizden tamamen ayrı düşünüyor.

Bana kalırsa en doğrusu Türkiye’nin fabrika ayarlarına geri dönmesi. Hegemonya yerine çatışma çözümünü öncelemesi. İran seçimlerini fırsat bilerek bölgesel bir konferans toplanması fikrini ortaya atması. Ortadoğu’nun Finlandiya’sı olmaya soyunması. Arabuluculuk, kolaylaştırıcılık, yumuşak güç üstünden kendisine dünya siyaset sahnesinde bir yer bulması. Hepsinden önce de kendi sorunlarını çözmesi...