Bitmeyecek... Belki baþýmýza yeni “gaileler” açýlacak ama öncekinden daha kötü olmayacak.
Daha kötüsü ne olabilir?
Obama, Baþkan seçildiðinde dünyada (özellikle üçüncü dünya ülkelerinde) büyük bir sempati rüzgârý estirmiþti.
Beklenen ve þans verilen bir aday deðildi. Hatta aday adaylýðýna bile kuþkuyla bakýlýyordu.
Kenya kökenli oluþu, derisinin rengi, taþýdýðý isim bir dolu problemle (hatta önyargýyla) boðuþmak zorunda býrakmýþtý onu. Ýsmi Hüseyin olan biri ABD’ye Baþkan olmak istiyordu. Þaka gibiydi.
Ýþin þakaya gelir yaný yoktu.
Oldu...
Ýkinci ismi “Hüseyin” olan siyahî aday Barack Obama, bütün teamülleri yýkarak ABD’ye Baþkan oldu.
Bundan sonrasý büyük bir hayal kýrýklýðýdýr.
Süreç içinde deðiþen (ve giderek saldýrganlaþan) ABD politikalarý, hazýrlýksýz yakalanan dünyada hep þu türden yorumlarla karþýlandý: “Obama aslýnda özüne uygun bir yönetim sergilemek istiyor ama çevresini aþamýyor. Senato’ya ve Pentagon’a söz geçiremiyor. Gizli servisi ve devlet içinde etkin bir konuma yükselmiþ neo-conlarý dizginleyemiyor.”
Dünya (özellikle üçüncü dünya) böyle inanmak istiyordu.
Ülkemizde de durum farklý deðildi.
Uzunca bir süre, Obama’ya iliþkin beklentiler hep yüksek tutuldu.
Bütün bir Ýslam coðrafyasýný “savaþ alaný”na çeviren Cumhuriyetçilerden (Cumhuriyetçi Baþkan George W. Bush’tan) daha farklý, daha “vicdanlý” bir liderlik sergileyeceði düþünülüyordu...
Beklenti o kadar yüksekti ki, Baþkan seçilmesi þarkýlara bile konu olmuþtu. Bir magazin figürüdür, ciddiye alýnmayabilir, hatta dalga bile geçilebilir ama (bu satýrlarýn yazarý her defasýnda kasýklarýný tuta tuta gülmektedir, hakikaten komiktir) Mustafa Topaloðlu’muz bile ona açýk çek vermiþ, “Hoþ geldin Obama, barýþ getir dünyamýza” diye saçma sapan bir þarký yapmýþtý.
Fakat Obama, kokmaz bulaþmaz bir lider çýktý. “Daha kötüsü olamaz” dedirtecek bir performans sergiledi.
Biraz bizim Ahmet Necdet Sezer’i hatýrlatan bir liderlik ve performans...
Sadece kendisine çizilen sýnýrlar içinde kalan, inisiyatif almayan, hasbelkader sahip olduðu yetkiyi kötüye kullanan ve dikte edilenin dýþýna çýkmayan bir liderlik ve performans...
Evet, bir anlamda çevresini aþamadý, Senato’ya ve Pentagon’a söz geçiremedi, gizli servisi ve devlet içinde yuvalanmýþ neo-conlarý dizginleyemedi ama sadece dikte edenler deðil, kendisi de bu sonucu murat ettiði istediði için böyle oldu.
Süreç içinde görüldü ki, Barack Obama “doktrin deðiþikliði”nin icbar ettiði bir figürmüþ. (Çünkü her zaman sempatik bir yüze ihtiyaç vardýr.) Özellikle seçilmiþ...
Bu (yeni) doktrin, terör örgütleriyle yasa dýþý ittifaklar kurarak, Ýslam dünyasýný “parçalamayý” (en azýndan oyalamayý), bölgedeki güçlü ve nüfuzlu ülkeleri etkisizleþtirmeyi hedefliyordu.
DEAÞ’ýn kurulmasý ve PYD’nin meþru aktör haline getirilmesi bu doktrinin bir ürünüdür.
Denilebilirse, Obama yönetimindeki Amerika, NATO’daki müttefikleri ve stratejik ortaklarýyla ittifak ederek deðil, terör örgütlerini devreye sokarak (bölgedeki güçlü ve nüfuzlu ülkeleri terör örgütleri eliyle istikrarsýzlaþtýrarak) Ortadoðu’daki hâkimiyetini pekiþtirmeye çalýþtý ve hâlâ bu planý uyguluyor. (Afganistan’da bunu El Kaide üzerinden yapmýþtý.)
Bu plan Trump dönemimde de devam eder mi?
Küçük rötuþlarla devam eder diye düþünüyorum.
Bir farkla: Amerika bu kez müttefiklerini dikkate alýr. En azýndan onlarý rahatsýz etmemeye çalýþýr.
Bu da, nereden bakarsanýz bakýn, büyük bir “fark”a iþaret eder.
Bu konuda temel gösterge, Fetullah’ýn iadesi.
Ýade konusunda adým atacak Amerika’nýn, müttefikleri konusunda daha samimi olduðunu düþünebiliriz.