Tuhaf bir kurumsal yapı

Türkiye’nin son dönemlerde içinden geçtiği sarsıntıları, siyasi aktörlerin yaptığı tartışmaları yakından izlediğinizde işlerin bir ölçüde normal dışına kaydığı izlenimini edinebilirsiniz.  

Demokratik standartlar açısından son derece başarılı bir siyasi iktidar görevde, girdiği son sekiz seçim ya da referandumdan [2002, 2004 (mahalli seçim), 2007, 2007(referandum), 2009 (mahalli seçim), 2010 (anayasa referandumu), 2011, 2014(mahalli seçim)] büyük başarılarla çıkıyor.

Ekonomide, başta kamu maliyesi olmak üzere, önemli başarılar var.

Ancak, Türkiye, bu ölçüde bir siyasi/demokratik başarı, bu ölçüde bir ekonomik başarı ile çelişebilecek bir gerginlik içinde.

Muhtemelen AK Parti’ye en güçlü desteği veren kesimler, isimler bile son genel seçimlerde (2011) elde edilen yüzde 50’lik muhteşem seçim başarısı ile içinden geçtiğimiz gerginlik ortamı arasında açıklanması zor ama gerekli bir çelişkinin varlığının bilincindedirler.

Bu çalkantıları, bu gerginlik ortamını Sayın Erdoğan’ın üslubu, paralel yapının marifetleri, muhalefetin tavrı ya da dış güçler ile açıklamak çok doğru olmayabilir.

Benim gözlemim, gelinen aşamada yaşanan sıkıntıların kökeninde yetersiz kurumsal yapıların zafiyeti yattığı doğrultusunda.

Daron Acemoğlu ve James Robinson’un yazdıkları ünlü “Why nations fail?” kitabının da ana fikri, temel çizgisi gelişmişlik ya da azgelişmişlik meselelerini, kişi başına gelirde gelinen noktaları kurumsal yapıların düzeyi ile açıklamak.

Türkiye’ye ilişkin bu alandan sayısız örnek verilebilir, hukuk kurumu, üniversite kurumu, ordu kurumu, siyaset kurumu, sivil toplum kurumu, vs ortadalar, çok önemli demokratik başarılar vesayet kurumunu bir ölçüde geriletiyor, buna kuşku yok ama aynı siyasi başarılar yukarıda saydığım kurumlar üzerine, mesela hukuk kurumu, mesela ordu kurumu üzerine çok belirgin etkiler yapamıyor.

Türkiye hala Kenan Evren anayasası, Kenan Evren siyasi partiler kanunu ile yönetiliyor, hala Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakanı’na bağlı değil, hala MGK denen temel vesayet kurumu çalışıyor, hala Genelkurmay Başkanı devlet protokolünde (Mayıs 2012) tüm bakanların, anamuhalefet partisi liderinin önünde.

Muhalefet kurumu alternatif geliştirmekten çok uzak, sadece iktidarı, hatta iktidarı bile değil, iktidar partisi liderini eleştirmekle yetiniyor.

Muhalefetin, Kıbrıs görüşmeleri hakkında ne düşündüğünü, çıkmaza giren AB sürecini ilerletmek için neler önerdiğini, devlet protokolünün antidemokratik yapısı üzerine ne tepki verdiğini (Sayın Kılıçdaroğlu ve tüm bakanlar bir devlet memurunun arkasında olmaktan zerrece rahatsızlık duymuyorlar!!!) bilemiyoruz.

Muhalefet demek eleştirirken alternatif önermek demektir; çok somut bir sorum var, “Sayın Kılıçdaroğlu devlet protokolü konusunda ne düşünüyor?”, bu protokol garabetine itiraz etmeyen bir anamuhalefet liderinin başka konularda demokrasi söylemlerine itibar etmek mümkün müdür?

Arkasında, tüm yanlışlarının yanında, global anlamda çok başarılı on iki senelik bir iktidar dönemi olan AK Parti ve lideri salı toplantılarında ana tema olarak yakın geçmişte neler yaptıkları ve bu doğrultuda daha neler yapacaklarından ziyade muhalefet eleştirisine odaklanmaktadır.

Basında da durum farklı değildir; siyasi iktidara daha yakın gazeteciler iktidarın uygulamalarını tanıtmaktan, bunları öne çıkarmaktan, daha iyisi için neler yapılması gerektiğinden ziyade iktidarı eleştirenleri eleştirmekle meşgullar.

Muhalefete yakın basın ise, kurumsal eleştiriler, uygulama eleştirisi ya da alternatif üretme ve tanıtma yerine bir kişinin üzerine kurumsal olarak değil, şahsi bazda gitmektedir.

Önümüzde bir cumhurbaşkanlığı seçimi ve bir de genel seçim (2015) var.

Temennim, bu süreçlerde kurumsal tartışmaların, önerilerin ön plana çıkmasıdır, böylesi, mutlaka, daha özgür, daha zengin, daha güvenli bir Türkiye hedefi için çok daha hayırlı olacaktır.