Turgut Özal: Vesayeti uyutabilen yalnız siyasetçi

Özal, vesayet sisteminin, bu sisteme kimi muhalefet gruplarının yaptığı gibi rejimi açıktan hedef almak suretiyle ortadan kaldırılamayacağını çok iyi biliyordu. Evet, Özal, yalnızdı, ama vesayetçilerden daha rafineydi.

Turgut Özal’ın ölümünün 20. yılı. Evet, sivil ve dindar Cumhurbaşkanıydı. Ama sanırım Özal bu klişelerin ötesinde bir şahsiyet idi ve bu yönün vurgulanmasına da ihtiyaç var.

Turgut Özal ittihatçı bir zihniyetin ülkenin kaderine tam anlamıyla hâkim olduğu,  gerçek toplumsal muhalefetin esaslı bir şekilde sindirildiği, bu muhalefetin vesayet sisteminin temel tezlerini çürütecek entelektüel derinliğe sahip olamadığı bir dönemin siyasetçisiydi.

Hatırlayalım: Toplumun önemli bir kısmı halen kentleşememiş durumda. Siyasal mücadelenin dilini, koordinatlarını ve çerçevesini ittihatçılık belirlemiş durumda. Kurulu siyasi partilerin tamamı ittihatçıların ya doğrudan kurulmasını gerekli gördükleri veya kendilerinin ne kadar meşru olduğunu kanıtlayacağına inandıkları ve bu nedenle izin verdikleri partilerden oluşmakta. Öyle ki Demokrat Parti’nin devamı iddiasındaki Adalet Partisi vesayet sisteminin sağ kolunu oluşturmakta. Türkiye İşçi Partisi “27 Mayıs Ruhunun” savunuculuğunu üstlenip, bu ruha aykırı yasaların iptali için Anayasa Mahkemesi’ne dosya taşımakta. CHP ise yeni durum karşısında vesayet sisteminin sol kanadı haline gelmekle iktifa etmekte, tabi bunun yarattığı bir alınganlık nedeniyle aile içi muhalefet gösterileri düzenleyebilmekte. Sovyet etkisi ve katkısıyla yürütülen “aydın-genç-emekçi” muhalefet ise “gerçek” muhalefet olarak anlaşılmakta. Gerçek muhalefet ise sadece sandıkta tepkisini dile getirebilmekte.

Ülkedeki üretim ilişkileri, kentli-kırsal oranı, ülkenin eğitim ve gelişmişlik düzeyi, yukarıdaki oyunun mükemmel bir şekilde oynanmasına imkân sunmakta. Zira refah düzeyi artmış, hem ülke içinde, hem de küresel çapta hareketlenmiş, farklı kültürlerle, dillerle, inançlarla ve ekonomik üretim biçimleriyle iletişim kurmaya başlamış bir toplumu kontrol etmek elbette çok güçtür.

Dünyayı okumayı başardı

İşte bu yüzden vesayet sistemi kapalı toplum modeline ihtiyaç duyar. 1924 sonrasında üretilmeye çalışılan birey ve toplum tasavvuru da böyleydi. Ve bunu 1980’lere kadar devam ettirmek biraz da soğuk savaş ikliminde mümkün olabilmişti.

1980’lere doğru yelken açarken, küresel çapta değişimler yaşandı. Sovyet sisteminin çöküşü için geri sayım başladı. Turgut Özal 1970’lerin ortalarından itibaren dünyanın istikametini okuyan Türkiye’deki sınırlı sayıda beyinlerden biriydi, belki de tek beyindi. Özal, vesayet sisteminin, bu sisteme kimi muhalefet gruplarının yaptığı gibi rejimi açıktan hedef almak suretiyle ortadan kaldırılamayacağını çok iyi biliyordu. Çünkü sistemler sözle değil, ekonomik, sosyolojik ve kurumsal yapılar ve dinamiklerle ayakta durur. Bu yapılarda bir değişim yaratılmadan sistem değişimi çabası beyhude bir çabaydı. Üstelik vesayet sistemi diğer antidemokratik sistemlerden daha şanslıydı. Zira bu sistem aynı zamanda İslam ve Osmanlı mirasının reddi üzerinden batılı çıkarları koruma işlevi gördüğünden, batının desteğine de sahipti. Öyle ki Yunanistan’da darbe olunca Avrupa Konseyi üyeliği askıya alındığı halde, 1980 darbesi sonrasında Türkiye hakkında hiçbir yaptırım uygulanmadı, hatta 1982 Anayasası açıkça övüldü. Turgut Özal böyle bir siyasi ve toplumsal tabloda siyaset sahnesine çıktı.

Tarih ona bir fırsat sundu. Vesayetçiliğin uyguladığı kapalı ekonomik modeli Türkiye’yi 70 cent’e muhtaç hale getirdi. Dünyadaki dengeler de değişmeye başladı. Vesayetçi sistem aktörleri çöken bir ekonominin son tahlilde kendilerine de zarar vereceğini gördüler.

1987 ‘ikna’ Anayasası

Vesayetçiler 1982 yılında Anayasayı kendilerine göre revize ederken, doğru yerde, doğru zamanda ve doğru kişi olarak Özal onları ekonomik liberalizm konusunda ikna etmeyi başardı. Anayasa hiç olmazsa ekonomi boyutuyla serbestlik öngörecek şekilde hazırlandı. Darbeciler siyasal ve toplumsal hayatın neredeyse tamamını kendi çıkardıkları kanunlarla düzenlerken, sadece ekonomik alanı demokratik temsilcilere bıraktılar. Özal için bu yeterliydi. 1983’te iktidar olur olmaz, programını hayata geçirdi. Türkiye her konuda kapalı sistemini devam ettirirken, ekonomide dünyaya açılmaya başladı. Ortalama % 5,5 büyüme hızıyla, kişi başına düşen gayrisafi milli hâsıla katlandı. Otoyollar yapılarak mal ve hizmetin hızlı bir şekilde hareketlenmesi sağlandı. Ülkenin en ücra köyü dahi telefonla dünyaya bağlandı. Yurt dışına çıkış yasakları kaldırıldı. Toplum hem kendi içindeki farklılıklarla, hem de dünyanın farklı kültürleri, ekonomik üretim modelleri ve siyasal düşünüş biçimleriyle karşılaştı. Özelleştirmeler yoluyla, vesayetçi seçkinlerin elindeki en etkin silah olan KİT’ler özelleştirilmeye başlandı.

Bu ülkede alt yapıda önemli değişimleri beraberinde getirdi. Üstelik tüm bunlar vesayetçilerin başlangıçta onayıyla, yani ikna edilmesiyle yapıldı.

İknanın en önemli sonuçlarından biri kuşkusuz 1987 yılında yapılan Anayasa değişikliğiydi. Bu değişiklikle, Anayasanın değiştirilmesi kolaylaştı. Bu olmasaydı, sistemde en büyük kırılmayı mümkün kılan 2010 Anayasa değişiklikleri asla yapılamazdı ve bugün de yeni Anayasa tartışmasına girmemiz güçtü.

Cin şişeden çıktı

Ekonomik liberalizmin sistemi çökerteceğini vesayetçilerin anlaması, ancak 1993’lerde mümkün oldu. Vesayetin derin yapısı toplumu terörize ederken, yargı ayağı da ekonomik politikalarını sabote etmeye başladı. 1994 yılında Telekom’un özelleştirilmesinin Anayasa Mahkemesince durdurulması, bu tepkinin bir ifadesi oldu.

Ancak cin şişeden çıkmıştı. Bir daha onu şişeye sokamadılar. 28 Şubat ve sonrasında ülkenin yarı oranında fakirleştirilmesi dahi bu süreci durduramadı. Darbe hazırlıkları, 27 Nisan bildirisi veya Parti kapatma çabaları bu nedenle başarıya ulaşamadı...

Onun ekonomik liberalizmle yaptığı bu devrim vuruşu, bugün AK Parti döneminde siyasal liberalizm çalışmalarıyla demokratik bir düzen ile taçlandırılmak üzere.

Evet, Özal, yalnızdı, ama vesayetçilerden daha rafineydi. Bugünün demokratik aktörleri de anayasa konusunda benzer şekilde vesayetçilerden daha rafine düşünmeli, onların dili ve varsayımlarının dışına çıkarak daha farklı bir tahayyüle sahip olmalıdır.

Bugün Özal’ı bu yönüyle rahmetle ve minnetle yad ediyoruz.