Türk sineması ve Kürt meselesi

Sinema ve edebiyat, insan tekinin içinde bulunduğu insanlık durumlarını anlatmakta, tahminlerin üzerinde bir etki gücüne sahip. Hele de ortadaki eser, derdini iyi anlatmayı başarmış ise, o filmi izleyen o hikâyeyi romanı okuyan herkes için o durum, bir bilinmez değildir artık.

Zihni karıncalanır, sahneler kendi hatıraları gibi gelir aklına, yüreği bırakmaz yakasını. Artık biliyordur ve bilen insan için hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Reddetmek, yok saymak için bile çaba harcamak zorundadır.

Sosyal, siyasal sıkıntılar gibi, varoluşsal sorunları bile iliklerinize kadar hissettirmekte sinemanın üstüne yoktur o yüzden. Veya romandan başkası anlatamaz bir insanın kendisinin bile adını koyamadığı haller içinde oluşunu. Yahut insanın aklına mıh gibi çakılmayan, yüreğine bıçak gibi sokulmayan herhangi bir cümleyi kimse kuramaz eğer onu bir şair en sırlı şekilde terkip etmemişse.

Ortada bir dert, bir sorun, bir durum varsa, onu görünür bilinir kılmakla yükümlü olan evvela edebiyattır sinemadır o yüzden. Bu siyasetin ta kendisidir ve çözüm sonra gelir.

Sinema derde derman olur mu?

Ben bunca lafı niye ettim? Şunun için: Malum, Kürt sorununun bir asırlık, kanlı dönemin en az 30 yıllık bir geçmişi var ve yaşananların hem tek tek ve bütün bir halk olarak Kürtlere, hem de Türkiye toplumunun değişik kesimlerine, ülke siyasetine, kültürüne, ekonomisine, kolektif hafızasına ve ruhuna derece derece yansıyışları var.

Ve fakat Türkiye sineması ve edebiyatı bunu ne kadar dert edindi kendine? Elbette engeller vardı, her şeyden önce Kürtçe yasaktı, Kürtler var demek yasaktı. Diliniz yoksa derdinizi nasıl anlatırdınız? ‘Ama zaten edebiyat da sinema da bunun için var’ dediğinizi duyar gibiyim ama şimdilik bu tartışmaya girmeyeceğim. Gelmek istediğim yer başka. Demem o ki her şeye rağmen bir dil tutturuldu ve edebi alan gibi sinemada da az-çok, iyi-kötü bir mesafe alındı.

Elimde iyi çalışılmış bir sinema dergisi var: Film Arası. Dergiyi çıkaranlar sinema aşığı genç kuşak gazeteciler ve Türkiye’de Kürt Sineması kapağıyla gerçekten zengin bir sayı hazırlamışlar.

Bu meselenin romanı şiiri neden daha çok yazılmadı, sineması yapılmadı deyip duran biri olarak epeydir sormaktaydım; bütün ülkeyi, toplumun her kesimini bu kadar derinden etkilemiş, ciğer delmiş bir soruna karşı sinemacılarımız, edebiyatçılarımız bu kadar serinkanlı olmayı nasıl başarıyorlar, diye.

Film Arası’nda Kürt Sineması

Kürt sineması der demez aklınıza önce Sarhoş Atlar Zamanı ve Kaplumbağalar da Uçar mı geliyor? Yakın körüsünüz o zaman, ama yalnız değilsiniz. Dünya en geniş haliyle Bohman Gabaldi’nin vizöründen gördü çünkü Kürtlerin gündelik hayatını. Bir de Votka Limon’dan.

Ama sıkı durun, ilk Kürt filmi ta 1926’da çekilmiş! Adı Zere. Ermeni bir yönetmen çekmiş. Buradan adını anabileceğimiz ilk kişi ise Yılmaz Güney, filmlerinde tek kelime Kürtçe kullanamamasına rağmen üstelik. Ama Hakkâri’de Dört Mevsim ile Erden Kıral’ın, Işıklar Sönmesin ile Reis Çelik’in, Büyük Adam Küçük Aşk ile Handan İpekçi’nin, Mem u Zin ile Bilge Olgaç’ın adını anmalıyız, Türk sinemasının namusunu kurtaranlar olarak. Nesnel bir tasnif içinse Mahsun Kırmızıgül ve Gani Şavata’yı da saymalıyız.

Miraz Bezar ve Evrim Alataş’ın Min Dit’i, Hüseyin Karabey’ın Gitmek: Benim Marlon ve Brandom’u, Mizgin Müjde Arslan’ın Ben Uçtum Sen Kaldın’ı, Zeynel Doğan’ın Babamın Sesi, Sedat Yılmaz’ın Press’i, Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın İki Dil Bir Bavul’u ve Reha Erdem’in Jin’i var genç kuşağın elinden çıkan.

İzlemediyseniz izleyin. Film arasında da, Müslümansız Kürt sinemasını ve kadın karakterlerin dönüşümünü de işleyen ve gayet yerinde olarak Türk sineması neden Türkiye sineması olamadı, diye soran Film Arası’nı okuyun. İyi seyirler.