‘Türk sorunu’ da ne ola ki?

Devlet ile PKK arasında yeni bir müzakere sürecinin kıpırdandığı şu günlerde “aman, Kürt sorununu çözelim derken Türk sorunu çıkmasın” diyenler var.

Peki ne demek istiyorlar? Ne tür bir “Türk sorunu” çıkabilir Türkiye’de?

Bu soruya iki ayrı boyutta cevap aramak lazım.

İlki, devletin PKK’yı silahla yok edemeyişi karşısında duyulan hayal kırıklığı.

İkincisi de, “Ne mutlu Türk’üm diyene” paradigmasının çöküşü karşısında duyulan endişe.

İşin enteresan tarafı şu ki, eğer bu iki mesele üzerinden bir “Türk sorunu” çıkacaksa, bu, büyük ölçüde “Türk Devleti”nin yakın zamana dek kendi toplumuna söylediği yalanlar yüzünden olacak.

Devletin nihayet terk ettiği bu yalanlar toplum nezdinde epey tutmuş durumda çünkü.

Yenilmişlik duygusu

Önce ilk meseleye, yani PKK’nın imha edilemeyişi karşısındaki “yenilmişlik” duygusuna bakalım.

Aslında Türkiye PKK’ya yenilmedi tabii ki. Ama onu tam olarak yenemedi de. Bir tür “pat” durumu var ortada.

Ve aslında bunda şaşıracak, kızacak bir şey yok. Dünyadaki hiç bir devlet PKK gibi kitlesel örgütleri imha edemez. Britanya IRA’yı, İspanya da ETA’yı silahla bitiremedi. Dolayısıyla “politik çözüm”e yöneldiler.

Gelgelelim, bizim devlet hiç bir zaman PKK’nın kitlesel realitesini kabul etmedi.

Önce, yıllar boyunda, “şakiler” dedi PKK’lılara. Buna hâlâ inanmaya devam edenler, devletin “üç-beş eşkiya”yı nasıl olup da yok edemediğine anlam veremiyorlar.

Devlet bir taraftan da “bizi bölmek isteyen dış güçlerin maşası” gibi gösterdi PKK’yı. Buna hâlâ inanmaya devam edenler ise, “Amerika izin vermediği için” bitmediğini sanıyor PKK’nın. Hükümeti “teslimiyet” ve “taşeronluk” ile suçluyorlar.

Oysa şunu açık açık söylemek lazım topluma: PKK savaşarak bitmez, çünkü milyonlarca taraftarı vardır. Daha fazla mücadele, daha fazla “şehit” vermek demektir. Barış ve huzur ancak politik çözümle sağlanabilir.

‘Türklük’ meselesi

Gelelim ikinci meseleye, yani “kimlik” konusuna.

Burada da devlet “Türkiye’nin tüm vatandaşları Türk’tür” masalını 80 yıldır anlatıp durduğu için, toplumun bir kesimi Kürt kimliğinin ortaya çıkışına fena halde içerlemiş durumda.

Buna karşılık biraz ezber bozmak, Osmanlı’nın çok-etnisiteli yapısını hatırlatmak, Cumhuriyet asimilasyonunun nasıl ters teptiğini anlatmak şart.

Ve şunu da izah etmek şart: İsteyen herkes göğsünü gere gere “Türk’üm” diyebilir. Ama hiç kimseye zorla “Türk’üm” dedirtilemez.

Nitekim, Bulgaristan’ın tüm vatandaşları “Bulgar” olmadığı, bazıları “Bulgaristanlı Türk” olduğu gibi, bizim bazı vatandaşlarımız da “Türk” değil, “Türkiyeli Kürt”tür.

Ancak dikkat edelim: Buradaki “Türkiyeli” sıfatı, “Türk”lüğe alternatif bir kimlik değil, o kimliğin vatandaşlığını belirleyen siyasi bir tanımdır.

Örneğin, ben, Mustafa Akyol, Türkiyeli bir Türk’üm. Yunanistanlı veya Kosovalı bir Türk de olabilirdim; ancak TC vatandaşı olduğum için “Türkiyeli”yim.

Buna karşılık ülkemizde Türkiyeli Kürtler, Araplar veya Ermeniler de var. Onların bu farklı kimliklerini gururla ifade etmeleri, çoğunluğun Türklüğünü tehdit etmez. Ama bu çoğunluğun kendi kimliğini bu gruplara dayatması hem zulümdür, hem de onları Türkiye’den soğutur.  

Dolayısıyla Anayasa’nın “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” gibi dayatmacı hükümleri mutlaka kalkmalıdır.

Devletimizin adı, “Türk Devleti” değil, “Türkiye Cumhuriyeti”dir.

Vatandaşların kimliğini tanımlayacak olan merci ise, devlet değil, anayasa değil, bizzat o vatandaşların kendileridir.