Türkiye ve AB - Uçsuz bucaksız bir hikâye

Birkaç gündür yine Türkiye-AB ilişkileri gündemde. Yılan hikâyesi gibi bir konudur bu. Sonunda ise hep “Türkiye Avrupalı bir ülke midir?” sualine gelir dayanır.

Benim bu meselede öteden beri canımı sıkan husus biz Türklerin tavrı.

Aslı aranırsa Türkiye Avrupa’nın bir parçası mı yoksa değil mi sorusu umurumda bile değil. Bu kadar saçma bir meseleyle uğraşmayı bir bakıma zekâma hakâret olarak telâkkî ediyorum.

Çıkarın Türkiye’yi de yazın bakalım son bin yılın Avrupa târihini!

Efendim, Türkiye Avrupa’da hep var ama yabancı unsur olarak gerekçesini de kabûl etmiyorum!

Eğer bir unsur belirli bir bileşimin içinde “ana madde”lerden birini teşkîl ediyorsa ve o unsur olmaksızın o bileşimin varlığı artık sözkonusu olamaz ise artık “yabancı unsur” gerekçesinin geçerliği kalmaz.

Kaldı ki daha eski çağlarda da Hunlar, Peçenekler, Kumanlar vs. var.

Fakat onları bir yana bıraksak dahî Malazgird, Haçlı Seferleri, Akdeniz ve Balkanlar’daki iktidar mücâdeleleri, Şark Meselesi vs. olmaksızın bir Avrupa târihi tasavvur edilebilir mi?

Denilebilir ki bunlar politik ve stratejik mevzûlar...Peki, müzikdeki, mîmârîdeki, edebiyatdaki, süsleme sanatlarındaki ve daha pek çok alandaki etkileşimleri ne yapacağız?

Bütün bunları dikkate aldığınız zaman geriye din farkından başka pek de bir “zıddiyet” unsuru kalmıyor ki onun bile ne dereceye kadar “zıddiyet” olduğu bugün ayrıca münâkaşa edilebilir.

Almanya Başbakanı Bayan Angela Merkel’in Türkiye-Avrupa münâsebetleriyle ilgili son çıkışını da bu bağlamda görmek bence yerinde olur.

Bayan Merkel bir papazın kızıdır. Cennetmekân Pederi öylesine îmânı sağlam bir din adamıydı ki aslında Hamburglu olmalarına rağmen 1950 başları sırf Komünistlere karşı Hıristiyanlara siper olmak üzere kendi isteğiyle Doğu Almanya’ya geçmişdir. Bayan Merkel de tabii babasıyla giderek orada büyümek zorunda kalmışdır.

Protestan Bayan Merkel’in hattâ Katolik Kilisesi ve Papa ile  dahî bâzı iç sıkıntıları olduğunu îmâ eden yorumlar hatırlıyorum.

Her hâl ve kârda İslâmiyete yaklaşım tarzının “ambivalent” (lastikli) olduğunu sanıyorum.

O bakımdan şimdi yine kendini tutamayıp lüzumsuz bâzı sözler söylemiş olmasını fazla da ciddîye almamak kanaatimce yerinde olur.

Bir kere Bayan Merkel bütün AB olmadığı gibi bütün Almanya bile değildir. Ayrıca AB içinde sayı hesâbıyla Türkiye’nin“ileride” tam üye olarak katılmasından yana olan devletler daha şimdiden çoğunlukdadır.

Üçüncü olarak Türkiye gerek ekonomisi ve gerekse demokratik kriterlere uyumu bakımından bugün bile bâzı tam üye ülkeleri, meselâ Baltık ülkelerini yâhut muhtemelen Macaristan’ı geride bırakmışdır.

Dördüncü husus ise şudur:

Türkiye acabâ bu saatden sonra AB’ye girse mi daha iyi olur dışarıda kalsa mı?

Çünki bir bakıma zâten içinde.

Karar mekanizmalarına katılma hakkından yoksun bulunması kısmen tam üyelik olmaksızın da giderilebilir.

Tam bir kopuş hem Türkiye’nin hem de AB’nin aleyhine olacağı için “özel statülü” bir ilişki pekâlâ kaabil-i tasavvurdur.

Benim bu vâdîde kafa yormama sebeb, dış politika alanındaki farklı hedefler.

Diyorum ki meselâ Türkiye gibi bir (YENİDEN!) büyük devletin farz-ı muhâl İran, Rusya yâhut ne bileyim Mısır politikası neden Brüksel’de şekillensin?

Bütün bunları hesâba katarak ekonomik ve kültürel alanlarda çok sıkı bir işbirliği yürütülmek üzere Türkiye AB’ye “tam üye” değil de “özel üye” olarak katılsa muhtemelen daha iyi olur diye düşünüyorum.