Ortadoğu’da... Takriben 100 yıl önce gıyaplarında çizilmiş siyasi hudutlarla birbirlerine yabancı hatta pek çok kez düşman edilmiş kardeş halklar, bugün yeni hudutları sorguluyor.
Bir yandan emperyal dış baskılar, diğer yandan onlar adına iş gören yerli muktedirler, kötü yönetimler, adaletsiz refah dağılımı, paylaşımsızlık ve dikte edilen sert yönetsel şablonlar, infilak ve çöküşe geçmiş durumda.
Ortadoğu’daki krizi, sadece dış güçler, sömürge politikaları ve petrol üzerinden belirlemek belki ilk elden kolaycı bir sosyoloji. Ama tıpkı Arap Uyanışı’nda olduğu gibi, yerli itirazları dikkate almazsak, bölge halklarını isyana ve öfkeye sevkeden koşulları dışlarsak... Kuşkusuz bu eksik bir öngörü olur. Elbette küresel aktörlerin ve enerji kaynaklarına dayalı küresel siyasetlerin kurguladığı büyük ölçekli stratejiler var... Ama Musul örneği üzerinden yaşadığımız IŞİD faktörünü ve yaslandığı sert ve ölümcül atakları, küreselin yanı sıra yerel şartlar eşliğinde de düşünmek zorundayız...
Avatarlarının Suudi Arabistan ve İran olarak gözüktüğü, Mısır ve Suriye’de yaşananlarla daha da aşikarlaşan ve önümüzdeki yıllarda etkisini ziyadesiyle arttıracağını şimdiden tahmin edebileceğimiz “mezhebî gerginliği” dikkate almak zorundayız. Bu herhalde; bir “dış mesele”değildir ve Türkiye gibi farklı etnik ve mezhebi yapıları barındıran ülkeleri de bir şekilde etkisine alabilecek ciddi türbülans alanlarının başında gelmektedir... Nitekim Gezi olaylarının akabinde kuvvetlenip, bugüne değin kürelendirilerek tavına getirilmeye azmedilmiş Alevi/Sünni çatışması projesi, Ortadoğu’daki bu hesaplaşmadan etkilenmeyecek değildir...
Suriye ve Mısır’daki krizlerden sonra, “yalnızlaşma” çerçevesinde eleştiri bombardımanına tutulan Türkiye, “insancıl diplomasi” üzerinden tüm dünyaya hakkaniyetli ve metanetli bir duruşu işaret ettiyse de... Tıpkı Suriye örneğinde olduğu gibi, muhtemelen Irak üzerinden gelebilecek yoğun bir mülteci dalgasıyla karşı karşıya kalabilir... Tüm bunlar, sıcak savaşın bizzat içinde olmasak da sonuçları itibariyle “dışarıda” olmadığımızın göstergelerinden...
Şimdi soru şu: Türkiye, “dışında olmadığı” bu savaşın “içinde” olmaya razı olacak mıdır? Yoksa çözüm anahtarı, arabuluculuk ve hakemlik rollerini tahkim edebilecek midir? İçeride hep beraber gayret gösterdiğimiz çözüm ve barış sürecinin, bölgede yaşananlardan ayrı olmadığını bir kez daha kanıtlıyor tüm tecrübelerimiz...
***
Hep böyle kanayıp, hep böyle bir yerden diğerine, sökülüp çıkarılacak mıyız biz?
Suriye’den sonra Irak, işte yeniden... Musul’dan başlayan can havliyle kaçış ve Kerkük’ün meçhul geleceği içinde bu kadar ölmek, bu kadar sürgün, bu kadar hicret... Nereye kadar... Berat Gecesini yine kan, yine gözyaşı içinde ikmal ediyor ümmet... Niçin?
Tevbelerin kabul, günahların afv ve merhamete inkılab edeceğine inandığımız bu şerefli günü, defterlerimizde yazılı hüsranlarla işaretledik yine...
Tarihin “bereketli hilal” olarak yadettiği, bir ucu Hazar Gölü civarından çıkıp, “iki sabırlı nehir arası” Mezopotamya’dan geçerek, diğer ucu Kudüs’e ve Nil Nehrine yaslanan bu kadim coğrafya... Niçin hep ağlar, niçin her yeniden kuruluşunun peşini hep dağılmak, hep parçalanmak, hep kan denizi tutar...
Hilal işte yine kırık!
Evlatları yine birbirine düşmüş, birbirini yok etme ve hükümranlık ilan etme derdinde... Oysa insanlığın pek çok ilkine tanıklık etmiş en kadim medeni birikimden bahsediyoruz. İnsanlığın kalbinin attığı yer...
Halbuki; Göklerden inmiş ilk sahifeler, ilk duaları insanlığın, ilk ilahiler, ilk Kıble, kurulmuş ilk ev, yakılmış ilk ateş, söylenmiş ilk masal, yükselmiş ilk şiir, gözleri yaşartan ilk şarkı, işlenmiş ilk cinayetle, ant içilmiş ilk ateşkes, dönen ilk tekerlek, baştan çıkartıcı ilk heykel, ilk harfleri dünyanın, ilk yazısı yeryüzünün ve ilk kitabe... Buradan başlamıştır. Peki şimdi yaşadıklarımız ne?