Türkiye’nin falı

Türkiye’nin AB’ye tam üye olması için sürdürülen ve toplam 35 fasıldan oluşan müzâkerelerde 14. fasıl da nihâyet Salı günü açılabildi. 14. fasıl derken açılan fasılların toplam sayısı kasdediliyor. Açılan fasıl aslında 35’in içinde 22. sırada yer alan fasıl ve idârî/beledî meselelerle ilgili. Yâni ilk bakışda pek de öyle bir karmaşık, problematik vechesi yok ama Fransızlar bu faslın açılmasına yıllarca direndiler. Prensip olarak Türkiye’nin “Avrupalı” kimliğini kabûl etmeyen, dolayısıyla Avrupa Birliği gibi bir örgüt içinde yeri olamayacağını savunan Fransa, eğer iş böyle belediyeler, temizlik işleri, parklar filan gibi teferruata inerse bunun artık dönüşü bulunmayan bir nokta olacağını ileri sürerek îtirâz ediyordu. Aslında kendi zâviyelerinden haksız da sayılmazdı Fransızlar. Zîrâ bir üye adayıyla müzâkereyi bu derece alt düzeyde ayrıntılara vardıracak ve meselâ Van’da elektriğin kilovatı kaç kuruş olmalı ki Saint Tropez fazla zorlanmasın hesâbına girecek olursanız arkasından meselâ Türkiye’nin AB uzay araştırmalarına da yüzdekaç oranında katılacağı suali pek bir anlam taşımaz.

Ama Fransa şimdi, artık usançdan mı nedendir bilinmez, bir “Ne hâliniz varsa görün!” psikolojisi içinde vetosunu kaldırdı.

Almanya’nın durumu ise biraz daha değişik:

Burada Türkiye’nin “Avrupalı” olup olmadığı tartışmasının tarafları arasındaki çoğunluk farkı pek de bâriz değil. Gerçi Avrupalı olmadığını söyleyenler tabii ki çoğunlukda ama öbürleri de pek zayıf sayılmazlar. Fransa’da durum daha belirgin. Fakat Almanya’nın Türkiye ile münâsebetleri öylesine girift ki Berlin Ankara’yı gücendirecek bir davranışda bulunmama konusunda Fransa’ya nazaran çok daha dikkatli davranmak zorunda.

Öte yandan ülke olarak Türkiye’nin üyeliğini destekleyenleri de yabana atmamak gerekir. Aralarında İngiltere, İtalya, İspanya, İsveç gibi hatırı sayılır devletler var. Yunanistan bile bunlar arasında, çünki aynı “kulüb”e üye olan bir Türkiye ile baş edebilmesi nisbeten daha kolay. Bu bakımdan Türkiye’nin AB üyeliği Yunanistan için bir tür emniyet sübabı gibi bir şey. Tıpkı NATO üyeliği gibi. Eğer son 40 yıl boyunca iki ülke kaç kere savaşın eşiğine gelip de son anda bu eşiği atlamadılarsa bunda NATO’nun DA önemlice bir payı olduğunu inkâr etmemek lâzım.

İngiltere ise Türkiye’yi Almanya ve Fransa gibi iri kıyım üyelere karşı bir ağırlık olarak

“kulüb”e almayı istiyor.

Bu mevzûda bir başka husûsu es geçmemek de kanaatimce yerinde olur:

Türkiye ve AB birbirlerine muhtaçdırlar!

Burada kim kime daha fazla muhtaç suali ise abesdir!

İkisi de birbirlerine adamakıllı muhtaçdır, çünki bu sâyede Türkiye AB’nin pek çok bakımdan “konfortabl” kucağında, örneğin ekonomi, kültür, mâliye, bilimsel araştırmalar gibi alanlarda müdhiş bir ivme ve yepyeni imkânlar kazanmaktadır. Ama öbür tarafdan AB de Türkiye sâyesinde fevkalâde geniş ve ilâve jeostratejik kozlar elde etmektedir.

Ne demek bu?

Türkiye’nin bugün gerek Ortaasya’da ve gerekse Maşrık’da, yâni Doğu Arab Âlemi’nde, gitgide artan nüfûzu böylece AB’nin de işine yarayabilecekdir.

Yıllar önce bir gece ekspresinde Lizbon’a mı işte ne haltsa oraya giderken ahbâb olduğum ve loş vagonda sabaha kadar iki şişe viski zıkkımlanıp (Tayyib Bey duymasın, canıma okur!) sohbet etdiğim bir emekli Fransız albay bir ara şöyle, ulan dünyâ kimlere kaldı, dercesine suratıma sırıtarak şöyle demişdi:

“Cher Monsieur le Turc! Türkiye’nin önümüzdeki otuz kırk yıl içinde yeniden kazanacağı nüfûzu idrâk edebilseydiniz ödünüz kopardı...”

 

Cezâyir’de müstemleke zâbiti olarak geçirdiği yıllarda falcılık mı öğrenmişdi ne?