Türkiye’nin yalnızlığı

Türkiye’nin Irak’ta olup bitene ilgisi, sadece bugün ortaya çıkan açıklamalar üzerinden değerlendirilmemeli. Nitekim son Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu konu önemli bir yer tuttu.

Ankara’nın 2006 yılının son MGK toplantısından sonra izlediği Irak politikası, birkaç önemli başlık üzerinden okunabilir. Irak’taki tüm gruplarla ayrım gözetmeksizin diyalog içinde olmak; terör başta olmak üzere kendisine yönelik tehditleri bertaraf ederek yeni ittifakların kapısını açmak ve enerji kaynakları üzerinden devam eden rekabette yer almak.

Şimdi Irak Başbakanı olarak Bağdat’ta oturan Nuri Maliki, hem kendi pozisyonunu korumak, hem Türkiye’nin etkinliğini azaltmak, hem de enerji denklemini başka güçler üzerinden şekillendirmek adına; iki ülkenin tarihine, yakınlığına ve dostluğuna asla sığmayacak yaklaşımlarda bulunuyor.

Maliki bir başbakan gibi değil, bir çete lideri gibi davranıyor. Zaten ne liderlik kapasitesi, ne de kurduğu ittifaklar, bir devlet adamı gibi davranmasına izin vermiyor, veremez de. Sadece Kürtler ya da Sünni Araplar değil, bizatihi aklı başında Şii liderler de onun izlediği bu politikalardan, özellikle de Türkiye’yi bir hasım olarak karşısına almasından son derece rahatsız.

Ankara, yanı başında yeni bir mezhep çatışmasının yahut benzeri bir kırılmanın yaşanmasından endişeli. Bunun sadece Irak’la sınırlı kalmayacağını, tüm bölgeyi etkileyeceğini de öngörüyor. Ama bir iki istisna dışında bu endişelerinde yalnız kalıyor.

İsrail’in vahşi saldırısıyla ortaya çıkan tablo, İslam dünyasının bırakın görüş birliğini; en hayati sorunlarda bile nasıl birbirinden kopuk olduğunu gözler önüne serdi.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son dönemde gerek İslam dünyasının geneline, gerekse İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi gibi örgütlenmelere getirdiği eleştirileri bu yönde yeniden okumak gerekiyor.

***

Gündem bunaltıcı. Peş peşe gelişen olayların ardında gece gündüz koşturuyoruz. Hani nefes alacak zaman yok derler ya, öyle bir dönem.

Hafta içinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in davetiyle Ankara’da Çocuk Hakları Festivali’nin ödül törenini izledik. Çocuk Hizmetleri Genel Müdürü Abdülkadir Kaya ve ekibinin hazırladığı program, ödül töreninden salon düzenine, jürideki seçkin isimlerden çocuklarımızın ustaca seslendirdiği türkülere kadar gerçekten bize nefes aldırdı.

Çocuk haklarını konu alan resim, şiir, kompozisyon ve kısa film yarışmasında dereceye girenlere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül ve Bakan Fatma Şahin ödül verdi. Hani ödül töreninde eser sahibi çocuklarımızı görmesem, o şiirler, yazılar ve kısa filmlerin onlara ait olduğuna inanmazdım doğrusu. Öylesine coşkulu ve etkileyiciydi hepsi de.

Bakan Şahin, salondaki çocuklara seslenirken ‘Sanatçı hiçbir zaman ölmez, eserleriyle yaşar. Sanatçı çağdan çağa kendini gösterir. Hazreti Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, İbni Sina’yı, Peyami Safa’ları, Nazım Hikmet’leri hayırla yad ederken, biz diyoruz ki, bugünkü salondan yeni sanatçılarımız çıksın’ diye konuştu.

Hayrünnisa Gül ise insan haklarının, hiçbir ayırım gözetilmeksizin her insanın doğuştan gelen hakları olduğuna dikkat çekti: “Bu haklar, uluslararası sözleşmeler ve ülkelerin iç hukuk düzenlemeleriyle güvence altına alınmıştır. Ancak teoride sağlanan tüm bu iyi niyetli gelişmelere rağmen uygulamada halen pek çok sorunla karşılaşıldığı da bir gerçektir. Bu eşitsizlikten en çok etkilenenler de şüphesiz ki çocuklar.”

Ödül töreninde jüride yer alan değerli yazar İskender Pala’nın Gazzeli çocukları hatırlatan konuşması da etkileyiciydi.

Umarım o salondaki güzel çocuklar, gün gelip bu coğrafyanın ve tüm dünyanın mazlum çocuklarına el uzatacak yürekler olur.