Dün býraktýðýmýz yerden, Urfa izlenimleriyle devam edelim.
Suriye sýnýrýna yakýn bir köydeyiz. Harran’ýn sýcaðý yavaþ yavaþ etkisini hissettirirken sohbet ediyoruz. ‘Ne olacak bu Suriye meselesi?’
Önce hafif bir direniþle karþýlaþýyoruz. ‘Abi sen daha iyi bilirsin, televizyonda konuþuyorsun.’ Israr ediyorum, ‘Siz sýnýra bir adým ötede yaþýyorsunuz. Ne olur mesela Türkiye Suriye’ye girse?’
Cevap beklediðimden çok daha açýk. Eline göðsüne koyup þöyle diyor: ‘Aha bu yüreðimi alýp ikiye böl, nasýl acýrsa öyle olur! Daha ne diyeyim ki.’
Aylardýr Suriye üzerine yazýyorum. Kimbilir kaç yazý oldu. Gün oldu kendi gördüklerimi aktardým, gün geldi farklý görüþleri yansýttým. Ama hiçbirinde böylesine yürekten bir söz paylaþmadým sizlerle.
Þimdilerde olup biten vicdan sahibi herkesin yüreðini sýzlatýyor. Bir yanda uluslararasý sistem içindeki ayrýþmalarý, bölgesel güç dengelerini kendi lehinde kullanmak için bin türlü manevraya baþvuran ve babasýndan aldýðý tek miras zulüm olan bir diktatör.
Diðer yanda onun acýmasýzca kan dökmesini ellerini ovuþturarak izleyip, Suriye’nin istediði kývama gelmesini bekleyen güçler.
Bu güç çatýþmasýnýn ortasýnda sokak ortasýnda can veren binlerce mazlum.
Siyaset, diplomasi, uluslararasý dengeler, strateji, bölünme senaryolarý, her þey bir yana, tablo bu. Hep canýmý yakan bir sözdür, ama ne yazýk ki doðrudur. Bu coðrafyada hiçbir þey Müslüman kanýndan daha ucuz deðil. Ne kadar döküldüðü kimsenin umurunda bile olmuyor.
Biraz geçmiþe dönelim. Fazla uzaða deðil, çok yakýnlara. Bundan yaklaþýk bir buçuk yýl önce, Türkiye ve Suriye arasýnda kelimenin tam anlamýyla bir bayram havasý yaþanýyordu. Vizeler kaldýrýlmýþ, Gaziantep-Kilis hattýndan Halep’e gitmek, ziyaret ya da ticaret günü birlik hale gelmiþti. Her gün bir adým atýlýyor, aramýza çizilen sýnýrlar anlamsýz hale geliyordu.
Ne oldu da bugünlere geldik sorusu sýkça soruluyor. Bu elbette haklý bir soru, ama kimse kusura bakmasýn, muhatabý kesinlikle Türkiye deðil.
Ýþlerin bu noktaya gelebileceðini en iyi bilen ve gören Türkiye’ydi. Suriye’de nasýl bir rejimin var olduðunu, hangi denge üzerine kurulduðunu ve ciddi bir temsil krizi olduðunu da biliyordu.
Suriye’nin kendi dinamikleriyle bir deðiþim süreci yaþamasýný en açýk ve samimi olarak isteyen, buna katký saðlamak için çaba gösteren de Türkiye’ydi.
Kimse saða sola çekmesin, Ankara tüm bunlarý birileri adýna, filan projenin parçasý olarak da yapmýyordu. Aksine öncelikle kendisi için, ayný zamanda bölgenin geleceði ve barýþý için bu adýmlarý atýyordu.
Ýþte tam bu noktada birileri, Türkiye’nin bu deðiþim sürecini yumuþak güç unsurlarýyla yönetmesini istemeyen güçler devreye girdi.
Ortaya çýkan tabloya bir de bu gözle bakmakta yarar var. Þimdi Suriye’nin deðiþmesini isteyen ve iktidarýn gitmesini talep edenlerle, Türkiye’yi ayný kefeye koyanlarýn, özellikle bu farka dikkat etmeleri gerekiyor.
Türkiye, her ülkenin kendi deðiþimini bizzat kendi dinamikleriyle gerçekleþtirmesini isterken, þu günlerde savaþ çýðlýklarý atanlar, bu iþi kendi yöntemleriyle yapmak, daha doðrusu yaptýrmak istiyorlar. Yöntemlerinin ne olduðunu, dün Afganistan’da, Irak’ta gördük; bugün Libya’da hep birlikte görüyoruz.
‘Türkiye, zaman geçirmeden Suriye’ye müdahale etsin, gerekirse 24 saatte Þam’a girer’ diyenler, bu coðrafyayý tanýmýyorlarsa, hiç olmazsa yakýn tarihe baksýnlar. Hangi dýþ müdahale nerede doðru sonuç vermiþ. Hangi müdahaleden sonra neresi daha iyi hale gelmiþ.
‘Aha bu yüreðimi alýp ikiye böl, nasýl acýrsa öyle olur!’ diyenler, bu topraklarýn yüreðidir, saðduyusudur. Ona kulak vermek kafidir, ötesine hiç gerek yok.