Üç Bakan, üç temel alan ve Türkiye’nin yol ayrımı

Türkiye, son iki yıldır (2010 ve 2011) sanayiye ve ihracata dayanan istikrarlı bir büyüme temposu yakalamıştı. 2012 yılında Avrupa krizinin derinleşmesi ve Ortadoğu’daki alt-üst oluşun hızlanmasıyla riskler öne çıktı ve buna bağlı olarak, ekonomi yönetimi daha ihtiyatlı bir para ve maliye politikası çerçevesini önüne koydu. Bu da, doğal olarak, yeni Orta Vadeli Programa yansıdı. OVP’de öngörülen büyüme hızları bizce, Türkiye’nin bütün bu süreçte, son iki yılda yakaladığı ihracata dayalı büyüme temposunu sürdürmesi için yeterli olmadığı gibi, bunun doğal sonucu olarak da, yakaladığımız yüzde 8’lik işsizlik oranından da geriye gitmemiz anlamına gelmektedir. Tabii ki burada yapılacak itiraz bellidir: ‘Türkiye’nin kriz koşullarında, dış açık, kamu borçlanması ve gereksiz özel sektör borçları gibi yükleri taşıyamayacağı ve hızlı büyüme temposunun da bu anlamda ciddi bir risk taşıdığı’... Bu sav,  başından beri ekonomi soğutma çabalarının temel dayanağıdır.  Ve bizce geçersizdir, IMF’de küçülün derken bu yanlış sava dayanıyor.

Dün eylül ayı sanayi üretiminin beklenenden yüksek gelmesini değerlendiren Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın sözleri anlamlıydı. Çağlayan, bu artışın büyük ölçüde ihracat kaynaklı olduğunu, bunun da iç talebin sanayi üzerindeki daraltıcı etkisini ikame ettiğini söyledi ve ekledi; ‘ancak bunun uzun süre devam etmesini bekleyemeyiz.’  Şimdi izninizle, bu vesileyle, Zafer Çağlayan’ın uzun bir zamandır yaptığı benzer çıkışların ve eleştirilerin ‘asıl’ hatta tarihsel kaynağına gelmek istiyorum. Zafer Çağlayan, iş dünyasından yaygın deyişle ‘reel’ sektörden gelen bir bakan, ama kesinlikle hem ihracattan sorumlu olduğu hem de buradan geldiği için bu çıkışları yapmıyor. Sayın Bakan, bir anlayışı ve bence Türkiye ekonomi tarihinde tarihsel bir kopuşu temsil ediyor. Kendisi benim bu yorumuma katılır katılmaz, ayrı bu. Esasında bu kopuş, 2008 krizini takip eden günlerde Türkiye’nin IMF ile anlaşmaya zorlanmasına ve Başbakan’ın buna-neredeyse tek başına- karşı çıkmasıyla başladı. Ama dikkat ederseniz, aynı süreçte bir e-muhtıra da vardı. Bence o dönem, Hükümetin IMF anlaşmasına karşı çıkmasıyla e-muhtıraya karşı durmasının dinamiği aynıdır. Sonuçları da aynıdır. Hükümet, e-muhtıraya boyun eğseydi IMF anlaşması da gelecekti. Vesayet oligarşisinin hesabı buydu. Şimdi Zafer Çağlayan’ın bu çıkışları bu kopuşun devamıdır ve Çağlayan bütün bunları tek başına söyleyen bir bakan değildir. Arkasındaki irade AK Parti’yi üç dönem iktidar yapan iradedir. Peki, bu önemli güce rağmen neden Çağlayan’ın çizgisi ekonomiye hakim değildir? İşte bu soruyu iç siyasette ve dış siyasette de sorabilirsiniz. Ve inanın bu sorunun yanıtı Türkiye’nin kaderini belirleyecek bir yanıttır. Ben bu büyük cevabı şimdi vermeyeceğim. Umarım zamanı gelir. Ama devam edelim...

Üç önemli çizgi...

Bana göre, ekonomide Çağlayan’ın temsil ettiği çizgiyi dış politika da Davutoğlu, içeride de Arınç temsil etmektedir. Şöyle özetleyebiliriz: Ekonomi: Dışa açık, küresel rekabet şartlarında dünya ile yarışan, teknoloji üreten ve yüksek katma değere dayanan bütünlüklü bir sanayi politikası ve beşeri sermayeye dayalı büyüme. Türkiye’yi finansal sömürü ve faiz cenderesinden çıkartacak bütünlüklü bir kalkınma politikası. Bunu Zafer Çağlayan temsil etmektedir. Ama Zafer Çağlayan’ın çıkışlarla dile getirdiği model Başbakan’ın da kafasındaki modeldir.  İç Siyaset: Yeni demokratik bir Anayasa ile sonuçlanacak tarihsel toplumsal uzlaşma ve demokratik yeni bir Cumhuriyet. Bu paradigma, ağırlıklı olarak Bülent Arınç’ın çıkışları ile gündemde kalmaktadır.  Dış politika: Bölgesinde demokrasinin istikrarı ile güçlü ve etkin bir Türkiye. Enerji, dış pazar ve güçlü bir mali yapı ile pekiştirilen halklarla-diktatörlerle değil- sıfır sorun politikası ve genişlemesi. Bu strateji Ahmet Davutoğlu ile şekillenmiştir.  

Ve bütün bunları tamamlayacak bir ekonomik ayrıntı:  ABD seçimlerini Obama’nın almasına ve Fed’in kararlı tutumunun süreceğine bağlı olarak, ABD’de yılın sonunda gündeme gelecek üçüz açık korkusu doları aşağıda tutacak. Yalnız burada çok önemli bir ayrıntı var. Dolar, diğer rezerv para euro karşısında düşük kalamayacak çünkü euronun değerlenmesi Avrupa’yı bitirecek bir durum.  Bu durumda Türkiye gibi gelişmekte olan ülke paralarının rezerv paralara karşı değerli olması gerekiyor ki ABD ve AB ihracat potansiyellerini yeniden öne çıkarsın.  (Ficht’in not artırımına bir de buradan bakın) Bu süreçte Çin, ABD’yi eskisi gibi finanse etmeyecek. Böyle olunca düşük dolar 2. Obama döneminde de kaçınılmaz oluyor. Var olan rezerv para sisteminin aksaması demek, bir hegemonyanın da bitmesi demektir. Türkiye öne çıkacak. Ama bu üç alandaki bu önemli adımlar ve tarihsel kopuş gerçekleşirse...