Üç saatte türk sinemasını da hükümeti de kurtaranlardan değilim

Yılmaz Güney’in ‘Apo Ağa’sı olarak girdiği sinema dünyasında Hülya Avşar’ı, İbrahim Tatlıses’i, Küçük Emrah’ı, Can Yücel’i keşfedenlerden biri Abdurrahman Keskiner. Çiçek Bar’ı işleten ağabeyi Arif Keskiner’in aksine barları sevmiyor, konuşmasını hep kahkahayla sonlandırıyor.

Türk sinemasının 100’üncü yılını 21. Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında kutladık bu hafta... Yılmaz Güney’in sağ kolu olarak başladığı sinemaya 90’lı yılların ortasına dek aktif olarak devam eden, hem sanatsal hem ticari anlamda ilklere imza atan 80 filmin yapımcısı Abdurrahman Keskiner, festivalin baş köşesindeki konuklardan biriydi. Keskiner, Türk sinemasına damgasını vuran Adana-Çukurova bölgesindendir. Memleketi, halen yazları yaylasında geçirdiği, Osmaniye’dir.

Yıllardır sohbetine doyamadığım Keskiner’in öyle müthiş anıları ve hafızası var ki her olayı en ince ayrıntılarına kadar hatırlıyor! Yılmaz Güney’in otomobillerinin markalarını tek tek biliyor! O ünlü öyküyü sanırım artık herkes bilir: Askerliği yeni bitirmiş, Osmaniye’de çiftçilik yapan, bir yıl pamuk, bir yıl buğday ekilen aile topraklarında çalışan Abdurrahman Keskiner’i bir gün Yılmaz Güney çağırtır. Çok şaşırır. Yılmaz Atadeniz’in yönettiği Dağların Oğlu filmini çekmek için Erol Taş ile birlikte Adana’ya gelmiştir, o yıllarda Ağaoğlu Yayınları’nda çalışan ağabeyi Arif Keskiner aracılığıyla ulaşmıştır ona. O aralar ‘Ağa’ diye hitap ettiği, sonradan ‘Apo Ağa’ diyeceği bu becerikli ve güvenilir delikanlı bir anda kendini prodüksiyon amiri olarak bulur!

PARA UFAK FİLMLERDE

“Benimle ilgisi yok, yardım ediyorum. Ev lazım, araba lazım, onları buluyorum. Sinemayla hiç alakam yok. Sinemaya gidiyordum tabii ama sinemacı olacağım diye bir hevesim yok. Düşünmüyorum sinema falan... Cezaevinde çekim lazım, izin aldım. At lazım, silah lazım. Bayağı prodüksiyon amiriyim. Film bitti, bunlar gitti. Biz pamukları topladık, sattık falan ben İstanbul’a gittim. Şişli otobüs durağındayken, önümde bir otomobil durdu, Yılmaz Güney’in    şoförü! Beni ona götürdü. Yılmaz, ‘Ooo hoş geldin ağa’ dedi, ‘Akşam yemeğe çıkalım, seninle konuşacaklarım var.’ Nebahat’i (Çehre)  aldık, yemeğe gittik. Yemekte     bana birlikte çalışmayı teklif etti: ‘İstanbul’da hep p... p... var, güvenilir adam yok. Sana 500 lira da maaş. İyi bir para, öğretmenlik maaşı 350 liraydı.”

Kişisel bir kavganın yanı sıra Umut filminin Cannes Film Festivali’ne gönderilmesi soruşturmasında Güney’in ifadesiyle faturanın Keskiner’e çıkması ayrılıklarını hazırlar. Güney’in politize olmasından rahatsızlığını da açık açık ifade ediyor: “O zamana kadar Kürtçülük olayımız yoktu. Bir yere gelmek önemliydi. Önce bir yere  gelip, sonra kendini ispat etmek ve başka bir şeyler yapmak lazımdı. Yani yapımcılıkta insanlar önce bir yere gelecek, sonra iyi film yapacak. Para ise ufak filmlerde var. Büyük filmler yapımcıya isim getirir ama para gider! Ufak film, şarkıcı, türkücüler... Yeşilçam’da bize para kazandıran onlardı, köşeyi dönen onlarla döndü.”

Hülya Avşar’ı, İbrahim Tatlıses’i, Küçük Emrah’ı keşfedenlerden biri Keskiner. Talihsizlikler sonucu Tatlıses dışındakilerle iş yapamamış ama sinema sektöründeki öngörüsüne diyecek yok: Cannes Film Festivali’ne seçilen ilk film Yılmaz Güney ile birlikte Adana’da çektikleri Umut... İkinci kez seçilen ise Onat Kutlar’a yazdırıp Ali Özgentürk’e çektirdiği Hazal (Yönetmenlerin On Beş Günü)... Bu filme Keriman Ulusoy’un da büyük gayretiyle rekor sayıda uluslararası festivalleri dolaştıran o... Hazal’ı BBC’ye satan, Fransa’da gösterime sokan... Usta Yavuz Turgul’un ilk yönetmenliği ve sinemamızın en iyi filmlerinden biri Muhsin Bey’in yapımcısı, bu filmle Uğur Yücel’i üne kavuşturan, Cannes’da ilk kez stant açan yapımcı o...

HERKES İŞİNİ YAPMALI

Aynı yıl Yol da yarışmada yer aldığı için Yılmaz Güney ile buluşmuş Keskiner: “Ödülü kazanınca çok mutlu oldum. İki saat ağladım Carlton’un karşısına oturup.” Aynı yıl, başarısızlığı da tatmış Keskiner! “Hazal’ın başarısını görünce tüm paramı Yılanı Öldürseler’e yatırdım. 22 milyon lira zarar ettim o zaman! Paris’e gittim ve Abidin  Dino’yu Stockholm’e götürdüm. Türkan Şoray’ı, Rüçhan Adlı’yı Stockholm’e götürdük kaç defa. Zülfü Livaneli Yunanistan’da 12 Eylül sonrası, Maria Farandouri’nin evinde. Stockholm’e götürdük müziklerini yaptırdık. Abidin Dino filmi seyretti ‘Yeni sahneler çekeceksiniz’ dedi. Osmaniye’ye getirdik ekibi, sahneleri çektik.”

Sonuç ‘Yönetmenlik benim işim değil, herkes iyi bildiği işi yapmalı’ düsturuyla yapımcı olarak sinemaya adanmış bir hayat istiyor.” Meşhur Çiçek Bar’ı işleten ağabeyinin aksine gazinolar kapanınca gece hayatına da son vermiş, barları sevmiyor ve konuşmamızı kahkahalarla sona erdiriyor: “Ayakta üç saat durup da Türk sinemasını kurtaran cinsinden değilim, hükümeti kurtaran cinsinden de değilim.”