Uçaðýmýn motoruna kuþ kaçtý!

Geçtiðimiz Cuma; yani Nisan’ýn üçüncü günü. Perþembe, sabahýn köründe baþlamýþým koþturmaya, Cuma devam etmiþim, sonunda dilim bir karýþ zor atmýþým kendimi Atatürk Havalimanýna. Saat üç uçaðýyla Ýzmir’e gideceðim; gider gitmez de ilk bulduðum yataða kývrýlacaðým, öylesine dökülüyorum yorgunluktan. Sonrasý Cumartesi Pazar nasýlsa. 

Geldim THY bankosuna. Dediler ki, üç uçaðý iptal!

Niye, nasýl, niçin?

Üç maymunu oynuyor yer personeli.

Sonunda biri kulaðýma eðildi. Devlet sýrrý veriyor sanki mübarek: “Saat üç uçaðý yarý yarýya boþtu; dört uçaðýyla birleþtirdik Aziz Bey.”

Piþkin piþkin de sýrýttý.

Buyrun bakalým!

Yanýmda eþim ve has dostum Mustafa Sepici, yolcu salonunda kendimize bi köþe bulup oturduk. Saat iki olmuþ, ne güzel bir saat sonra uçak kalkacak, kýrk beþ dakika sonra da herkes gideceði yere varacak diye düþünürken bir saat daha beklemek insaný nasýl da öfkelendiriyor! Daha beþ dakika öncesine kadar THY’i yere göðe sýðdýrmayan nice yolcu eleþtirinin katmerlisini ve de en insafsýzýný sallýyor. Ýnsan evladý bir yandan her türlü felakete göðüs gerebilirken öte yandan en küçük rahatsýzlýða nasýl da isyan edebiliyor. Yemeklerinin çok iyi olduðunu duyduðu bir lokantaya gitmek için trafikte saatlerce direksiyon sallar, masaya gelen ekmek az biraz bayat diye garson haþlar, lokantayý yerin dibine sokar.

Sade kahve ve Kemal Tahir’in Yol Ayýrýmý’ndan üç beþ sayfa derken saati doldurduk, körükten uçaðýn yolunu tuttuk. Uçak Airbus 330, rahmetli babamýn deyimiyle “dört oda bi salon, saray yavrusu mübarek!”  Çantalar baþ üstü dolaplarýna týkýldý, herkes yerine oturdu, kemerler baðlandý. Uçak piste çýktý ve 45 dakikalýk yolculuðumuz baþladý. Uçak hýzlandý, burnunu kaldýrdý, tekerlekler yer kesti, ben rahmetli Kemal Tahir’e döndüm ki bir homurtu, bir sarsýntý, bir titreme baþladý, akýllara ziyan! Uçak nasýl titriyor anlatmak mümkün deðil; bildiðin en kötü türbülans halt etmiþ!

Eþim elimi tuttu o saat. Korkusundan deðil, beni rahatlatmak için. Bu güne kadar korktuðunu hiç görmedim. Korkusu salt kýzý, torunu ve benim içindir. Ailenin temel direði derler ya, iþte Filiz Haným her zaman ve her ortamda gerçekten de saðlam, yýkýlmaz direðidir ailenin ve her imdat diyene omuz vermeye hazýrdýr. Öte yanda Mustafa uçak titremeye baþlar baþlamaz inancýna sýmsýký sarýldý dualar birbiri ardýna kopup geliyor yüreðinden. Saðýmda solumda insanlar þaþkýn, suratlar bembeyaz, gözler yuvalarýndan uðramýþ, dudaklardan kan çekilmiþ, çoðu dua mýrýldanýyor, kimi de birbirine sarýlmýþ, gözünü yummuþ öylesine bekliyor çaresiz. Saðdan soldan pilota “bir þey söylesene be adam!” diye naralananlar var. Pilotun da gýký çýkmýyor nedense! Çaresizliðin böylesine insaný sarýp sarmaladýðý bir anda bütün herkesin kaderini elinde tutan adamýn bir þeyler söylemesini bekliyorsun! Ama ses yok iþte!

Homurtular artýyor, uçak hazan yapraðý gibi bir oraya bir buraya savruluyor, altýndaki koltuk tir tir titriyor. Ve ben bir yandan Allah’a dua ediyorum bir yandan da kendi kendime, “eh buraya kadarmýþ n’apalým! Ýyisiyle kötüsüyle atmýþ yýl... hiç de fena sayýlmaz...” gibisinden kendimi avutuyorum. Aslý böyle mi halbuki? Ýnsan yüz yaþýnda da olsa bir gün, bir saat için duaya durmuyor mu? Sevdiklerinden ayrý düþmemek için çýrpýnmýyor mu son saniyeye kadar.

Ve birden homurtu kesiliyor, titremeler duruyor. Ne oldu? Düþtük de haberimiz mi olmadý? Öldük de farkýna mý varamadýk? Yok. Sadece homurtuyla titremeler durdu. Dýþarý bakýyorum, denizin üzerinde yarým daire çizip karaya kavuþuyoruz yeniden. Arkadan bir ses “ah ulan bir cýgara yakabilsek þimdi!” diyor. Benim de aklýma rahmetli Tanju Okan’ýn “benim en iyi dostum cýgara!”  þarkýsý geliyor. Ýnsaný içki içmeye cýgara tellendirmeye özendiren nice þarkýdan  biri! 

Ve nihayet pilotun sesi: “Sayýn yolcularýmýz bir kuþ sürüsüne girdik. Korkacak hiç bir þey yok. Güvenliðiniz için Ýstanbul’a geri dönüyoruz.”  Hele þükür be adam; nihayet sesini bulabildin! Saðýma soluma bakýyorum, herkesin yüzünde “oh be verilmiþ sadakamýz varmýþ!”  ifadesi. Gerilen kaslar gevþiyor, yanaklara, dudaklara kan saldýrýyor, herkesin yüzü kýzarýyor o saat. Benimse “ulan ben kuþlarý severim... üzerime pisleyen Ayazpaþa’daki o güvercin dýþýnda hiç birine sövüp saymadým bu güne kadar! Ne diye saldýrýlar bize!”  düþüncesi abuk abuk dolanýyor kafamýn içinde. Filiz haným gülümsüyor, ta masmavi gözleri derinliklerinden kopup gelen bir huzurla bakýyor bana. Elini sýkýyorum; gözlerimi kapýyorum ve mýrýldanýyorum sessizce: “Yaþamak güzel þey be kardeþim”