Ulus-Devlet asabiyeti

Sınırları fazla kurcalarsanız yüksek duvarlara dönüşürler.

Fazla önemsemediğiniz nisbetde ise gerçekden önemsizleşirler.

Siz ilk Türk romanını kim yazmışdır, bilir misiniz?

Zarar yok, zâten pek bilen yokdur. Haydi, şöyle eğilin de kulağınıza fısıldayıvereyim:

Horsep Vartanyan (1813-1879) adında bir zât. Vartan Paşa olarak da devlet hizmetinde yüksek kademelere ulaşmış bir münevver.

Romanın adı “Akabi Hikâyesi”dir.

Vartan Paşa aynı zamanda ilk Türk karikatüristidir de.

Bitmedi, ilk Türk mizah dergisini çıkaran adam da odur: “Boşboğaz Bir Âdem”!

İstiklâl Marşı Şâirimiz Mehmed Âkif’in bir Arnavut, “Türkçülüğün Esasları” Müellifi Ziyâ Gökalp’ınsa bir Kürd olduğunu herhalde işitmişsinizdir.

Ya Kemânî Baba Hamparsum Limoncuyan, ki kendi adıyla anılan Alaturka nota sisteminin mûcididir, size acabâ ne kadar yakın geliyor?

Yâhut Andon (Kiryazis) Efendi, ki belki adını ilk defâ duymakdasınız. Ama “GidelimGöksu’ya bir âlem-i âb eyleyelim.” şarkısı onundur... Ve daha niceleri...

Yoksa sizlerden bunları da mı sakladılar?

Vah vah...

Bu misalleri çoğaltabilirim ama yerim dar.

Peki, bunca “gayrı-türk” arasında biz Türkler hiçbir halt etmedik mi?

Etmez olur muyuz?

Hiçbir halt etmediysek çıkdık açık alınla on yılda her savaşdan!

Latîfe bertaraf, şu “ulus-devlet” takıntısına biraz takılmak istiyorum.

Yüz sene kadar mukaddem, bizlere bir hâl oldu.

Benliğimiz, bilmem ki incitmeden nasıl söylesek, kendimize dar gelmeye başladı. Âdetâ kendi cildimiz bizi boğmaya başladı.

Ve içimizde de bir sıkıntı, organlarımızın tamâmı bize âid değildi sanki.

Acabâ bize organ nakli mi yapmışlardı?

Bâzı kimseler burunlarını, dudaklarını vs. beğenmeyip bıçak altına yatarlar ki cerrahlar o beğenmedikleri organlara onların istedikleri şekli versinler.

İşte bizler de böyle bir psikozun etkisi altına girmişdik anlaşılan ve istiyorduk ki bir cerrah bizi de kesip biçerek şeklimizi şemâilimizi değiştirsin.

Ama ikinci kez!

Biz vaktiyle bizlerden alınan “orijinal” organlarımızı geri istiyorduk!

Değişmesini istediğimiz “sâdece” burnumuz yâhut kepçe kulaklarımız değildi. Bizler aynı anda hem bütün cildimizin gıcır gıcır olmasını istiyorduk hem de hazır uzanmışken göğsümüzün açılarak içeriye yepyeni bir kalb takılmasını.

Tabii böyle bir şeyin mümkin olabileceğine inanmamız için daha önce bir başka ameliyatla beyinlerimizin de (yerine yenisi koyulmaksızın!) alınmış olması gerekiyordu ama o kadarını elbet akıl edememişdik.

Dedim ya, beyniniz olmadı mı nasıl düşüneceksiniz?

Kısacası biz şimdi ağır bir operasyondan sonra narkozdan usul usul uyanmaya başlayan hastalara benziyoruz.

Almancada bir tâbir vardır:

“Die Operation ist gelungen - der Patient ist tot.” (Ameliyat başarılı, hasta öldü.)

Bizimki de biraz buna benzemiş...

Ben bu sabah aynada uzun uzadıya çehremi inceledim.

Aslında bayağı iyi olmuş, çok da yakışıklıyım.

Ama bir tek husus nedense tuhafıma gitdi:

Gözlerim artık kaşlarımın üzerine gelmişdi nasıl olmuşsa...

Doğrusu bu ulus-devlet konusunda benim bâzı şübhelerim var.