Ulus’un parçası olmak

Batılı Müslümanlar, uzun zamandır kanunlara uymanın ve ülkenin dilini öğrenmenin gerçek bir vatandaş olmak için yeterli olacağına inanmış olabilirler. Ancak zamanla bunun yeterli olmadığını anladılar. Onlardan ulus-devlet çerçevesi içinde, adil olduğu sürece devletin yasal yapısına entegre olmaları ve ulusal dili bilmekten ibaret olan “kültürel” çizgiyi benimsemeleri beklendi. Nesiller boyunca batılı Müslümanlar ülkedeki seküler yasaya saygı gösterdiler ve onlar da ülkelerinin dillerini en az diğer vatandaşlar kadar iyi biliyorlar. Onlardan sık sık söz konusu ülkeye duydukları bağlılığı göstermeleri isteniyor. Bedeli ne olursa olsun, memnun ve tatmin etmek üzere, bunu zaman zaman aşırı biçimde gösterdiler ya da doğal olarak eleştirel bir tavır aldılar. Sivil sadakat, doğası gereği eleştirel olmalı ve kişi haklı olduğunda ülkesini desteklemeli, ancak tartışmalı siyasi kararlara karşı tetikte olmalı.

Ben vatandaşlık ve bir aidiyet hissi için şu üç şeyi ilk adım olarak görüyorum: Kanunlara saygı, dili öğrenmek ve ülkeye bağlı olmak. Fakat her geçen gün bunun sadece ilk adım olduğu ve daha ileriye gitmemiz gerektiği ortaya çıkıyor.

***

Sorun; ülkeye ait olmaktan, onun yasal çerçevesini tanımaktan ya da sadece ulusun dilini konuşmaktan ibaret değil. Esas olan, insanları ortak bir tarihe, kültüre, kolektif psikolojiye veya beraber inşa edilecek bir geleceğe bağlayan ortak bir anlatıya, ulusa ait olmak. Batılı Müslümanlar, vatandaşlık almış ve onunla gelen hakları kazanmış olabilirler; ancak hala “Ulus”un bir parçası değiller. Derinlerde yatan aidiyet duygusunu şekillendiren, kendine ve aynı ulustan olan diğer insanlara güvenmeyi ve açık ve kapalı davranış kurallarını edinmeyi sağlayan, resmi ve gayri resmi referansların parçası değiller. Devletin vatandaşlarına devrettiği güç ve haklar gerçek ve etkileri var. “Ulus”a aidiyetin temelinde yatan “onlardan biri olma hissi”, tanınmak ve varolmanın gücü de en az bu kadar gerçek ve etkili. Bugün Batı’da Müslümanlar devletin bir vatandaşı olabilirler ama Ulus’a yabancılar. Önümüzdeki yıllar kritik. Sekülarizm, görünürlük ve okullar, işsizlik, cemaatçi ya da etnik varoşların oluşması, şiddet gibi sosyoekonomik meselelerin inatla “İslamlaştırılması”, tek bir temel sorudan kaçınmak için üretilmiş bahaneler: İslam bir Batı dini mi değil mi ve bu sıfatla Müslümanlar’ın bu medeniyetin geleceğinde bir rolleri var mı?

Yeni ve herkes tarafından kabul gören bir çoğulculuğa doğru değişim, tarih ve kimlik soruları üzerine Batılılar’ın tam manasıyla içe bakmaları gerekiyor. Güvenimiz yerinde olmalı ve kendimize yönelik yeni ve eleştirel bir bakış geliştirmeli, yeni, daha açık ve geniş bir benlik tanımı yapmalıyız. Bunun için de çekingenliğe ve korkuya sırtını dönen tarihin anlamını göz önünde bulundurmalıyız. Tarihini bütün olarak ele almalı, Ulus için yeni bir felsefe ve içerik bulmalıyız: Geçmişin gurur ve utanç verici deneyimleri ve geleceğin nesnel ve geri dönülemez biçimde açılması.

***

Müslüman vatandaşların, farklı Batı ülkelerindeki ulusların ortak anlatılarına “dahil olmaları” için zaman gerekecek. Önümüzdeki iki nesil; entelektüel, sosyal, kültürel, politik ve ekonomik katkıları ile, hala dışlandıkları “ulus”un indirgemeci algısını yapıbozuma uğratabileceklerdir. Aslında bir paradoks ile karşı karşıyalar: Popülistler ve İslam düşmanları “kabul edilmek” için ortadan kayboldukları konusunda ısrarcılar fakat saygı görmek, tanınmak ve sonunda Ulus’un ortak anlatısının özneleri ve aktörleri olabilmek için kesinlikle görünür olmalılar. Diğer vatandaşların çoğunluğunun ifade ettiği gibi, Batı’nın korkularına ortadan kaybolarak tepki vermek, son derece vahim bir tarihsel hata olur.

Bunun yerine hem tarihi öğrenmeli hem de tarihten ders almalı, Batı’nın özellikle İslam’a karşı seçici hafızasına karşı yapıcı eleştiriler getirmeli, onların felsefecilerini, sosyal dinamiklerini ve politikalarını öğrenerek kültür, sanat ve spor dünyasına girmeliler. Böylece günün ikilemine yerinde bir tepki vermiş olurlar: Entelektüel bir devrim yapmalı, yanlış tartışmalara ve savunmacı tavırlara sırtımızı dönmeli, kendimizi Batılı özneler olarak tanımlamalı, değer ve pratiklerini kabul ederek, toplumlarımızın dönüşümünde rol almalı ve son olarak, adalet, saygı ve ırkçılığın her türlüsüne karşı mücadele ile şekillenen sosyal barış ve gerçek anlamda bir çoğulculuk için aracı olmalıyız. Bu büyük bir mücadele ve çok boyutlu bir bağlılık gerektiriyor. İnsanlık tarihinde; sanat, kültür, spor ve mizah da zihniyetlerin evrilmesi için hayati ve en azından tamamlayıcı bir rol oynadıkları için, bu bağlılık entelektüel, politik ve sosyal bağlam ile sınırlı kalamaz. İktidar kavgasından birliğe, arkadaşlıktan inkara, ırkçılığa ve nefrete kadar insan ilişkilerine temas eden her şey gibi, bu yol da uzun ve tehlikeli. Hem tüm medeniyetlerin hem de Batı’nın kaderi bu riskli denklemin kalbinde keşfedilebilir: Çeşitlilik ile zenginleşen tek bir insanlığın tarafsız ahengi.

* Bu yazı STAR Gazetesi için kaleme alınmıştır.