Umut iyi bir kahvaltıdır, ama öğle yemeğine yetmez

Genellikle yeni yıla umutlu girmeyiz; ülkemizin en köklü sorunu için çözüm arayışının bir sonuca ulaşabileceği yolundaki haberler sayesinde bu yıl bir istisna oldu.

‘Yeni anayasa’ gecikecek, ama onun ancak ‘Kürt sorunu’ çözüm yoluna girdiğinde kotarılabileceğini biliyoruz...

Türkiye korkular üzerine oturan bir sisteme sahip. Büyük bir imparatorluktan küçük bir toprak parçasına sığınmak zorunda kalmış bir toplumun üretilen korkulardan etkilenmemesi düşünülemezdi. “Aman, hiç değilse bu toprakları kaybetmeyelim, bölünmeyelim” endişesinin resmi ideoloji dışı görüşlere ve örgütlenmelere ters bakmayı getirmemesi de beklenmezdi.

Endişe ve ürettiği korkunun, Cumhuriyet’in ilk yıllarında işe yaramış olsa bile, bu kadar uzun sürmesi gerekir miydi? Gerekmezdi. Hiçbir toplum nesiller boyu korkularının esiri tutulamaz.

Resmi ideolojinin dışladığı ve yaygınlaşmasından endişe ettiği eğilimler belli: Sola da, aşırı dini hassasiyete de, etnik özelliklerin ısrarlı vurgulanmasına da karşıydı resmi ideoloji; bu sebeple ‘komünizm’, ‘irtica’ ve ‘Kürtçülük’ üzerinden korkular üretti.

Siyasi tarihimizin yanlış dönüm noktaları olan 27 Mayıs’tan (1960) 12 Eylül’e (1980) uzanan darbelerde, yönetime el koyanlar, değişik dozlarda bu üç hassasiyeti gerekçe olarak kullandılar.

Hâlâ endişeliler bulunsa da, toplumun büyük çoğunluğunun farklı bakış ve görüşleri yadırgamadığı bir ortama sahibiz bugün... Soğuk Savaş’ın sona ermesi ‘komünizm’ korkusunu ortadan kaldırdı; 28 Şubat’ta (1997) son endişeli müdahalesini yaşadığımız ‘irtica’ korkusu da 2002 seçimleriyle birlikte etkisini yitirdi. Resmi ideolojinin son dayanağı olan ‘Kürtçülük tehlikesi’ de geride bırakılabilirse, Türkiye normal bir demokrasiye geçebilecek.

Bu sonuncu korkudan kurtulabilmek hayli zor...

Konunun zorluğu yalnızca iç dinamiklerle ilgili olmayışından ve çok yönlü tedbirler alınmasını gerektirmesinden... Kürtler sadece Türkiye topraklarında yaşasaydılar veya siyasi hayat içerisinde yer almayla yetinilebilseydi fazla bir sorun yaşanmayabilirdi; ancak hem ortak coğrafyaya uzanan bir boyutu var sorunun, hem de ‘terör’ ile bağlantısı... Biz de toplum olarak külfetleri nimete çevirmeyi beceremiyoruz.

Etrafımızdaki coğrafyada ülkemiz vatandaşlarının akrabalarının bulunmasını ‘koz’ olarak kullanabileceğimiz aklımıza gelmiyor. Başka ülkeler kendi başlarını ağrıtacak eylemler yapmak üzere kurulmuş terör örgütlerini bizim başımıza belâ edebiliyor, biz bu tür manevraları düşünemiyoruz bile... Derdest edilip teslimatı yapılmış örgüt liderini çözüm amacıyla değerlendirmek için 12 yıl geçmesi gerekti.

Neyse, hiç değilse bugün gelinen noktada umutlanılacak hayli yön var.

Çözüm herhalde bugünden yarına gerçekleşmeyecek; önümüzde hâlâ çetin günler bulunuyor. Silâhlı örgütleri ellerindeki silâhı bırakmaya ikna etmek, ikna edilseler bile karara herkesin uymasını beklemek çok kolay değil. Zamana ihtiyaç var.

Zamanı iyi değerlendirmek gerekiyor. Silâhların bırakılmasını sağlamak için çaba gösterirken bölge halkını yeniden kazanmanın ve ülkenin bütününün desteğini sağlamanın yollarını aramak şart.

‘Umut’ dediğimiz sonuçta bir duygudur; olumlu söylem ve eylemlerle beslenmezse bir kuş gibi uçar gider ‘umut’...