Üsküdar’daki hasta ablama ve Mombaza’ya dâir

Daha ilkokul çağındayken bile gazete okumakdan büyük haz duyardım. 

Sâdece sayfaları çevirip resimaltlarını hecelemek dahî benim için hoş bir meşgaleydi. Evimize de hergün iki üç, hattâ bâzı zaman dilimlerinde, eğer daha çok gazetede Babamı ilgilendiren tefrikalar yayınlanıyor idiyse, bu sayı daha da artardı. Babam o sıralar gazetelerde yayınlanması âdeti çok yaygın olan hâtırât vs. gibi uzun metinleri günü gününe kesip biriktirmeye önem verir ve bu Annemle aralarında hep bahis konusu edilirdi. Annemin kanaatince bunlar kısa süre sonra nasıl olsa kitab olarak da yayınlanacakları için öyle kesilip bölük pörçük biriktirilmelerine gerek yokdu.

Babam ise, ne olur ne olmaz düşüncesiyle kesip biriktirme metodundan vazgeçmiyordu. Annem aşağı yukarı her seferinde haklı çıkmasına rağmen bu durum hiç değişmezdi.

Ben işte bu gazete bolluğunun etkisiyle de olacak, küçük yaşdan beri gazete okumayı sever oldum. Bugün meslekî bir zarûret olmasaydı bile ben şübhesiz yine günde en az dört beş gazete izleme alışkanlığına sâhib biri olacakdım sanıyorum.

Ancak uzunca bir süredir artık gazete okumak bana eski hazzı vermemeye başladı. Yine didik didik her yerine bakıyorum elime aldığım gazetenin ama bitirince içimi her seferinde bir sıkıntının kapladığını, içimin daraldığını da hissediyorum.

Buna sebeb haberlerin geniş ölçüde birer muhârebe raporu niteliğine dönüşmesi. Artık cinâyet, infaz, işkenceyle can alma, yakıp yıkma, mahvetme, kökünü kazıma, topluca ırzına geçip müteâkıben diri diri yakma, çocuklara kıyma gibi “faaliyetler” neredeyse “rutin haberler” niteliğine büründüğü için olacak bana da tuhaf bir haller olmaya başladı.

42 yıl muhâbirlik yapdım ve gidip izlemek zorunda kalmadığım olay türü muhtemelen kalmadı. Onun için kendimi, ne bileyim beş on yıl öncesine kadar, artık “kaşarlanmış” gazeteci sınıfına dâhil olmuşlardan addediyordum.

Fakat artık farkına varıyorum ki o kategoriye girmek için daha bir fırın ekmek yemem gerekiyormuş ve doğrusu hiç, ama hiç iştahım yok!

Türk aydınları genellikle “Ne olacak bu memleketin hâli?” sualini sormakdan pek bir hoşlanırlar, bilirsiniz.

Biraz daha züppece olanları ise, daha “enteresan” görünmek amacıyla hedef genişleterek “Ne olacak bu dünyânın hâli?” klişesini de kullanırlar.

Aslında ne memleketin hâli kimsenin umurundadır hele ne de dünyânın hâli.

Ama herkes bunu bildiği ve herkes de herkesin bunu bildiğini bildiği halde bu soru sorulmadan edilmez.

Beni esâsen ilgilendiren sual ise şu:

Ne olacak şu benim hâlim?

“Tad yok gecesinde gündüzünde;

Ben neyleyeyim bu yeryüzünde?”

Beytini söylemiş “Şâir-i Âzam” Abdülhak Hâmid Ağabeyimiz nevmîdîye papuç bırakdığı bir ikindi üzeri...

Sonra da pişmân olup bir beyit daha patlatmış anasını satiyim:

“Tadlıdır rûz ü şebi devrânın;

Tadmıyorsan o senin noksânın!”

***

Öte yandan, övünmek gibi olmasın, benim başımdan da az işler geçmedi:

“Ben Mombaza’da basın  ataşesiydim.

Devletimizin yüce menfaatlerini

Mümkin mertebe orada da kolladım.

Başımdan öyle şeyler geçdi ki

Anlatsam inanmazsınız!

Meselâ bir akşamüstü güneş batarken

Anacaddede bir fili  solladım.

Ve Üsküdar’da oturan hasta ablama

Her ay bir mikdar para yolladım.”