Uzaktan ustam Birand’a dair

Medya dünyası, medyanın dünyası küçüktür aslında. O oranda da herkesin birbiriyle tesadüf etme olasılığı yüksektir. Takip ettiğiniz olaylarda, toplantılarda, haber için yapılan yolculuklarda şurada burada yollarınız kolaylıkla kesişir.

Lakin, ben Mehmet Ali Birand ile hiç karşılaşmadım, yüz yüze gelmedim.

Ben de onu herkes kadar, ekranlardan ve yazılarından tanıyorum.

Ama ona vefa borcum var. Huzurunuzda ödemek isterim, arkasından da olsa. 

Pek çok akran meslektaşım gibi ben de gazeteciliği onun sayesinde sevdim, daha çocukluktan başlayarak gazeteciliğe gizli gizli özendim. Gazetecilik heyecanını, coşkusunu, habere verilen emeğin fark yarattığını ondan, görerek öğrendim.

Ama en önemlisi, gazetecilikte yapılan işin sadece kuru bir bilgi aktarımı olmadığını, haber konusu ne olursa olsun insana ve hayata dair olduğunu, dolayısıyla mutlaka duygunun da aktarılabilmesi gerektiğini, ancak bu sayede bilginin sahibine gerçekten ulaşabileceğini, karşılık bulabileceğini anladım ve bunu çok önemsedim.

Belki de bu yüzden, iletişim fakültesinden mezun olur olmaz yaptığım ilk iş görüşmesinde, yani çömezin tekiyken, “Ben 32. Gün gibi bir haber program yapmak istiyorum, çok iyi yapacağımı da biliyorum” dedim.

Söylemem bir şey değil, ikna da ettim ve ertesi ay Kanal 7’de Odak adında bir haber program yayına başladı!

Başka isimlerin, hocalarımın, okuduğum kitapların, ailemin kuşkusuz çok emeği, katkısı vardır bende ama ben, beni en azından mesleki anlamdaki o başlangıç çizgisine getiren iki isim olduğunu düşünüyorum. Biri Marmara İletişim’den hocam rahmetli Prof. Dr. Ünsal Oskay’dır, diğeri ise uzaktan da olsa çok şey öğrendiğim Mehmet Ali Birand’dır.

İki hocama da rahmet

Ünsal Hoca agnostikti. Kafası bozulduğunda, içi daraldığında Beyazıt Camiine gittiğini, sırtını sütunlardan birine dayayıp saatlerce oturduğunu, cemaatten kimsenin ona, burada ne yapıyorsun falan demeyip rahat bıraktığını, bunun onu mutlu ettiğini, herkese minnettar kaldığını, içinin iyilikle dolduğunu, caminin kendisine çok iyi geldiğini, “tamam, benim durumum karışık ama Allah’ın vazgeçtiği, boş bıraktığı biri de değilim ha” der gibi, kabul görmüş olmanın rahatlığı ve hatta şımarıklığıyla, çocuksu bir mutlulukla söylerdi. İnşallah da öyledir.

Birand da inşallah öyledir. Hastalığı dolayısıyla da, vefatının ardından da hem devlet erkanından, hem meslektaşlarından, hem izleyicilerinden çok hayır dualar aldı, rahmetle uğurlandı. 

Saflığı, samimiyeti, hesapsız oluşuyla sevildi. Bu nedenle üzüldü de.

Daha geçen ay bir televizyon programında tuttu “kanalımda başörtülü muhabir çalıştırmam çünkü kanalın imajını bozar” dedi.

Onun bu sözlerini ve medyadaki anormaliteyi eleştiren bir yazı yazdım. (Merkez medya nasıl normalleşir-12.12.2012 Star) Halime Kökce, Hilal Kaplan ve Elif Çakır da eleştirel yazılar yazınca Birand, bize cevaben bir yazı kaleme aldı. (Ekranda başörtüsü-14.12.2012 Hürriyet) Yazısında, yıllarca başörtüsü özgürlüğünü savunduğunu hatırlatarak kendi samimi fikrini açıklarken, medyadaki durumla ilgili genel bir kanıyı da farkına varmadan açık ettiği için eleştirildiğini, bunun kendisini üzdüğünü ifade ediyor, asıl çuvaldızın kimlere batırılması gerektiğini tartışmaya açıyordu.

Haklıydı, durum buydu, o sadece boş bulunmuş ve her zamanki açık sözlülüğüyle giderayak medyadaki bir ikiyüzlülüğü daha açığa çıkarmıştı. Bir kez daha Allah rahmet eylesin. 

TAZİYE: Bu hafta ne zor oldu. Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara, ressam Burhan Doğançay ve yazar Metin Kaçan’a Allah’tan rahmet, yakınlarına sabırlar dilerim.