Vatan hainiyiz, evet!

Fazıl Say’ımız, arabesk sevenleri “vatan haini” ilan etmiş... Halk denilen şeyse, üç-beş it kopuktan ibaretmiş...

Fazıl’la “halk” arasına girmeyelim. Nihayetinde “üç beş kopuk”tan ibaret olan halk bu konunun gereğini yapacaktır.

İşin yargı boyutu var, protesto boyutu var, “buğz” boyutu var...

Biz, dünya sanatçımızın uzmanlık alanı olan “müzik”ten devam edelim.

Nezaheti kendinden menkul “dünya sanatçımız”, daha önce “arabesk” için “yavşaklık” nitelemesini kullanmış, “Üslubu beyan ayniyle insandır” sözünü hak etmişti.

Bu görüşünü daha da ilerletmiş görünüyor: “Arabesk denen iğrenç şeyi sevmek bence vatan hainliğidir, bunu bir müzisyen olarak söylüyorum.”

Bir müzisyen, ağzına gelen her şeyi söylemeli mi?

Müzik beğenileriyle ilerleme düşüncesi yahut vatanseverlik arasında nasıl bir bağlantı var ki, Fazıl Say başka türlü algılayan insanları, sırf “başka türlü algıladıkları” için aşağılıyor?

Ne aşağılaması, düpedüz tahkir ediyor.

Ferdi Tayfur’u konu alan bir televizyon yapımı izlemiştim.

Nasıl rahat, şenlikli, cıvıl cıvıl bir adam...

Evet, Fazıl Say gibilere göre “yoz müziğin” temsilcisi.

Bu müziğin iki kutbundan biri üstelik...

Devletimizin seçkinleri”, düne kadar, arabeski yoz, basit, tahammül ötesi bulurdu. Çağdaşlaşmanın mikyası batı müziği dinlemekti onlara göre; çağdaş Türkiye, bu “ses”i özümsemiş ve içselleştirmiş Türkiye’ydi, estekti köstekti...

Yıllar sonra bir Cumhurbaşkanı çıkacak, Beethoven’in “Dokuzuncu Senfoni” dinletisinde kendini tutamayıp “İşte çağdaş Türkiye tablosu bu!” diye ünleyecektir.

Aslında, müziğin, çağdaş Türkiye koşullarında bir nümayiş, bir gövde gösterisi, bir ispat-ı vücut aracı olabileceğini söylüyordu.

Daha önce de yazmıştım:

Yıl 1984.

Erenler Kıraathanesi’nde, bir şair arkadaşla oturmuş, ordan burdan laflıyoruz. Şiirdir, edebiyattır, Enis Batur’un munkabız metinleridir derken, söz döndü dolaştı müziğe geldi.

“Ne tür şeyler dinliyorsun?” dedi.

Sting’li, Bon Jovi’li bir karşılık bekliyor olacak ki, “Müslüm Gürses” deyince şaşırdı, dağıldı...

Müslüm dinliyordum, ne vardı yani?

Müslüm yoksulların, varoşların, bu topraklarda iz bırakmış “sessiz yığınlar”ın türküsünü çığırıyordu. Basitti, şöyle böyleydi ama bir realiteye işaret ediyordu.

Bunu ona anlatamazdım.

Anlatsam da, anlayamazdı.

Müslüm büyük kente, büyük kentin değerlerine, insan ilişkilerine, üretim biçimine adapte olamamış, aklının bir köşesinde “büyük kent insanı bozar koçum” darbımeseli, ama bozulmaya da meyyal (!) saf bir Anadolu çocuğu ve kültürü tektipleştiren resmî tasavvura karşı halkın sesini yükseltiyor.

Müslüm değil sadece.

Ferdi de dinliyordum, Orhan da, İbo da...

Ferdi’yi genelev çocuğu, Müslüm’ü psikopat, Orhan’ı gogocu ilan ettiler.

İbo da elbette soğuk demirci kalfası...

Osmanlı hinterlandı bu isimlerle yatıp kalkıyor.

İbo’lu, Ferdi’li, Müslüm’lü filmler Suriye’de, Irak’ta, Yunanistan’da, İsrail’de, Ürdün’de, Balkan ülkelerinde kapalı gişe oynuyor.

Onların açtığı yolda, gösterdiği ülküde yürüyen arabeskçi, türkücü, özgüncü taifesi müzik listelerini altüst ediyor.

Türkiye’de “sınıfsız, katı bir toplum” yaratma misyonuna koşulmuş devletçi seçkinlerimiz bu yüzden Ferdi’lerin, Müslüm’lerin, İbo’ların taşıdığı müzikten, o müziği besleyen kültürden, o kültürle kristalize olmuş yaşama pratiğinden hoşlanmaz...

Arabeski basit, uçuk-kaçık ilan eder ama, gavur işi arabeskten, Placido Domingo’dan, Pavarotti’den, Maria Callas’tan yakasını alamaz.

Radyolarımızda artık Muazzez Türüng, Hacer Buluş, Nurettin Dadaloğlu, Fahri Kayahan çalmıyor ama çok şükür Mahsun Kırmızıgül’ler, Alişan’lar, Azer Bülbül’ler yetişti.

Çok şükür Türkiye geriye gidiyor.

Çok şükür halk, arabeski, çağdaşlaşmanın alamet-i farikası sayılan müziğe tercih ediyor.

Bugün arabeskle nefsini köreltiyor ama yarın Dede Efendi’yi, Itrî’yi, Hacı Arif Bey’i keşfedecek... Chopin dinleyecek... Glenn Gould’la çakmalarını ayırt edebilecek...

İşte çağdaş Türkiye tablosu...