Ve 12 Mart muhtırasının 42. yıldönümüne geldik

Tarihler 12 Mart 1971’i gösterdiğinde kimi çevreler, büyük bir özlem içinde sol bir darbe bekliyordu. Aslında “sol darbe” dedikleri, Atatürk’ü siper yapmışların düzenlemek istediği Jakoben bir devrimdi. Yani asker bürokratlar, sivil bürokratlar ve her darbenin şakşakçıları kimi basın el ele vermiş 9 Mart 1971’de iktidara el koymak için hazırlanmıştı ki, “bunlar bir tür Baas düzenini savunuyorlardı aslında solculuktan ya da Marxist-Leninist bir düzenden çok” (Emre Aköz), Mahir Kaynak her şeyi açığa çıkardı ve Türkiye’yi saplanacağı ciddi bir bataktan kurtardı.  

Bu 9 Mart girişiminin başarıya ulaşamamasının ardından gelen 12 Mart Muhtırası, beklenen sol darbe değildi, her ne kadar birçok kişi mutluluktan havalara fırlamışsa da “oh nihayet sol iktidara geliyor” diye, Demirel istifa etti. Yerine getirilen Nihat Erim, o dönem CHP içinde devrimci solun önderi Bülent Ecevit’in bir çeşit “muhafazakar Kemalist kanadı temsil eden rakibiydi.”(27 Mayıs Devleti—Muhsin Öztürk)

Ecevit 12 Mart’ın kendisine karşı yapıldığını söylemişti o gün. Ecevit’in, 12 Mart muhtırasına karşı çıkmasının, daha sonra, yani yetmişli yıllar boyunca sol siyasetin ve kendisinin yükselmesinde büyük rolü olmuştur. Darbelerden hiçbir zaman mutlu olmayan halk, “darbenin sola karşı yapıldığı varsayımıyla, sola yönelmiştir”, der Ahmet Demirel.

Meclis’te 12 Mart Muhtırası’nın okunmasına karşı çıkan ilk siyasi Hasan Korkmazcan, “Eğer karşı çıkılsaydı demokrasinin değer ölçüleri bu denli tahrip edilmez ne 12 Mart ne de 12 Eylül olurdu” diyor. Bu savını doğrulayan ayrıntıyı, dönemin TBMM Başkanı Sabit Osman Avcı’nın, Kara Kuıvvetleri Komutanı Faruk Gürler’le konuşmasında bulmak mümkün:

Avcı, Gürler Paşa’ya “karşı koysaydık ne yapardınız?” diye soruyor. Gelen yanıtsa hayli ilginç: “Emekliliğimizi isterdik!” Yani şapkayı alıp gitmek devleti ve milleti büyük badirelerden falan kurtarmıyor. Dik duruş yeterli olabiliyor.

Neyse, Bülent Ecevit Bakış Dergisi üzerinden, Süleyman Demirel de Güniz Sokak’taki evinden yeni partilerini örgütlemek için kolları sıvarlar. Ancak her ikisi, diğer kimi siyasilerle birlikte “siyaset yasağına direnmekten” Zincirbozan’ın yolunu tutar.

Şimdi, bu darbeye karşı çıkılamayacağını, yapılacak bir şey olmadığını, şapkayı alıp gitmenin, daha uygun bir zaman kollamanın akılcılık olduğunu savunanlara Şili ve Allende örneğini vermek doğru olur kanımca. Pinochet ve darbecilere karşı, elinde tabancası, son dakikaya kadar karşı koymuş ve demokrasi adına ölmüştür. Bu onurlu bir direnişidir, demokrasiyi kanının son damlasına kadar savunan bir adamın! Ama her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır elbet! O dönemde, Demirel’in Güniz Sokak’a çekilerek demokrasi mücadelesi verdiği, demokrasiye sarsılmaz bağlılığı savı, 28 Şubat sürecindeki duruşuyla hepten ortadan kalkmıştır zaten.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri 12 Mart darbesinin tabutuna vurulan kallavi bir çividir. Genelkurmay Başkanlığı’na 1972’de getirilen 12 Mart’ın Kara Kuvvetleri komutanı, 1973’de istifa eder. Her şey tezgahlanmış, seçilebilmesi için senatodan bir kişi istifa etmiş, Gürler onun koltuğuna oturmuş, adaylığını ilan etmiştir. Karşısında Adalet Partisi’nin adayı, uzun yılar Senato Başkanlığı yapmış darbe karşıtı, 1960’ta Hava Kuvvetleri Komutanı, Tekin Arıburun vardır. Seçim günü meclisin locaları askerlerle doludur; binanın çevresi sarılmış, jetler meclisin üzerinden alçak uçuş yapmaktadır.  Epeyce oy almasına karşın gerek kimi siyasilerin gerekse de Muhsin Batur gibi onu desteklemeyen güçlü askerlerin karşı koyması sonucu seçilemez. Bunalım, 1960’da Deniz Kuvvetleri Komutanı olan, daha sonra büyükelçilik yapmış Fahri Korutürk’ün seçilmesiyle noktalanır...

Efendim, 12 Mart darbesi, olur olmaz kişileri hapse atılmasıyla, işkenceleriyle, astığı Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla, “zinde güçlerin” demokrasinin başında Demokles’in kılıcı gibi sür-git sallanacağını vurgulamasıyla demokrasi tarihimizin kara sayfalarından biridir...

(Meraklısına Not: Muhsin Öztürk’ün “27 Mayıs Devleti”—Ufuk Yayınları Mayıs 2012 kitabını okumanızı naçizane öneririm.)