‘Ve Aleyküm selam’ diyebilmek birbirimize

Tancalı ünlü seyyah İbni Battuta’nın (1304-1368) ‘Rıhle’ adını verdiği seyahatnamesinde, Bizans Sarayı izlenimlerinde yer alır “Selamun Aleyküm” bahsi... Battuta Konstantiniyye’deki Tekfur Sarayı’nda huzura çıkartılırken başından geçenleri şöyle aktarır: 

“... Kontrol bittikten sonra kapıcı ayağa kalkıp elimi tutarak kapıyı açtı. Orada çevremi saran dört kişiden ikisi, kolumun yenlerinden, diğer ikisi de cübbemin arkasından tutarak duvarları mozaikle süslü geniş bir salona soktular beni. Bu mozaiklerde hayvan ve manzara resimleri vardı. Ortasındaki fıskiye ve etrafındaki ağaçlarla şahane bir salondu burası. Sağda solda insanlar sükûnet içinde ayakta duruyor, kimse kimseyle konuşmuyordu. Salonun tam ortasında üç adam heykel gibi beklemekteydi. Bunlar beni demin bahsettiğim dört adamdan teslim aldılar, yine cübbemin kenarlarından ve alt tarafından tuttular; ilerde duran mabeyincinin verdiği işaretle öne çıkarttılar. Onlardan biri Yahudi’ydi, bana bakıp şöyle seslendi: “Sakın böyle davranmalarından ürkme! Her gelene, usûlleri gereği bu şekilde davranıyorlar. Ben aslen Suriyeliyim, tercümanlık yapıyorum!” Arapça konuşuyordu. Ona, hükümdara nasıl selâm vereceğimi sordum, o da; “ Selâmun Aleyküm dersin yeter! Onlar bu selâmı anlarlar!” dedi...”

Bizans’ın, Batı Roma’yla ilişkilerinin tamamen kesildiği, Arap akınlarından sonra Türk akınlarıyla iyice zayıfladığı günlerdir o günler... Selamun Aleyküm’ün, hem Museviler, hem Hıristiyanlar tarafından bir tür eman, selamet ve sükunet parolası olduğunu hepsi de bilmektedir. Bu parola, çıktığı lügat itibariyle Arapça olmakla birlikte, Türklerin, Rumların, Cenevizlilerin, Yahudilerin de bildiği ortak bir sözleşmeyi işaret etmektedir: Benden yana selamettesin, benden sana bir zarar gelmez, merhaba, barış ve esenlik içinde olalım.

Benzeri bir fark ediş Venedikli meşhur seyyah Marco Polo’nun (1254-1324), büyük hakan Kubilay Han’a taşıdıkları mektubu götürmekte oldukları uzun yolda da gerçekleşecektir. Tozu dumana katarak kendilerine yaklaşan cengaver Tatarları gördüklerinde dizlerinin bağı çözülmüştür hepsinin de, yerli rehberlerinin önerisine uyarak, “Selamun Aleyküm! derler kendilerini zaptedecek atlılara... Cengaverler, derhal attan inerek selamlarını alırlar ve bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sorarlar... Marco Polo, “Selamun Aleyküm”ün gücüne hayran kalır...

***

Dil Devrimiyle birlikte pek çok kelimemizden kopartıldıkİlk nesil için derin yaralı bir şok olan bu ayrılık, ikinci nesilden itibaren unutkanlığa, şimdinin küresel internet dilindeyse hepten yokluğa vardı dayandı. Bir kelime düştüğünde o dilden, bir cümledir kaybolan oysa... Kayıp bir cümle, kayıp bir kitap... Kayıp bir kitap, kayıp bir kütüphaneyi işaret eder... Kütüphanesi yanmış yıkılmış adamınsa, hafızasıdır asıl kaybolan... Biz bugün işte böylesi bir hafıza kaybının üzerinden konuşuyoruz...

“Selamun Aleyküm” lafzı da benzeri bir travmayla malüldür. Ben 18 yaşıma kadar Selamun Aleyküm’ü, (tabiri affediniz) köylü dedelerin lisanındaki bir ifade olduğunu zannederdim. Toyluk, cehalet veya uzaklık ne derseniz deyiniz, ama pek çoğumuzun dünyasında böyleydi bu... İslami uyanış içinde ilk keşfedeceğim dersti Selam... Bundan sonrasında arkadaşlarımla karşılaştığımda ve onlardan ayrılırken hep o iyilik parolasına sarılacaktım... Hatta sadece barış parolası, işareti değildi artık Selam... Selam, Müslüman kimliğimin ana ekseniydi. Emanete, emniyete yaslanıyordu zira... Selam, ahlakın eseri, belirtisidir, İslam ahlakının, güzel ahlakın... Güler yüz, temiz niyet, halis bir karşılaşma, anlaşmaya açıklık, kibarlık, nezaket, arı duruluk gibi anlamlarıyla da düşünülmeli derim Selam için...

Başbakanımız Davutoğlu’nun içinden geçtiğimiz şu kanamalı günlerde bizlere “Selamun Aleyküm”ü hatırlatması... Sabah serinliği, seher uyanışı gibi geldi... Selam, kor ateşle yanıp tutuşan yüreklerimize sekinet indirsin inşallah...