Selahaddin E. ÇAKIRGİL
Selahaddin E. ÇAKIRGİL
Tüm Yazıları

Vefatının 100. yıldönümünde, Sultan Abdulhamîd -2-

Dünkü yazımızda, vefatının 100. Yıldönümü münasebetiyle 2. Abdulhamîd üzerine bazı etkinliklere değinilerek, Abdulhamîd’i sadece överek veya yererek ele almanın bugünümüze bir fayda getirmeyeceği; Abdulhamîd’in, doğrusuyla, yanlışıyla anlamaya çalışılması gerektiği ifade edilmeye çalışılmıştı. 

Bu konuda 9 Şubat günü İstanbul Üni.’de verdiği bir konferansta tarihçi Prof. İlber Ortaylı ise, ‘Abdulhamîd’in aslında iddia edildiği üzere, en ağır şekilde Cumhûriyet döneminde değil, İttihad- Terakkî döneminde eleştirildiğini’ söylemiş.. Bu husus tamamen yanlış da sayılmaz. Çünkü 1923 sonrası rejimin kurucu kadrolarının ve resmî ideolojinin de İttihad- Terakkî zihniyetine göre şekillendiğnden, yapılan bütün o ağır suçlamaların da aynı odak tarafından tezgâhlanmış olduğu kabul edilebilir. 

*** 

Ayrıca, merhûm Mehmed Âkif de, o yıkılış döneminin bütün korkunç sosyal ve psikolojik darbelerini yediği ve 1923 sonrasında da, 16 yıl daha yaşamış olduğu halde, o ağır eleştirilerinden pişmanlık gösterdiğine dair tek kelime bile yazmamış olması, bugünün İslamcı nesillerinin de bir açmazını oluşturmuştur. 

Âkif, kendisine ‘Molla Sırat’ diye saldıran ve kendisinin de kilise hizmetçilerine benzetip, ‘zangoç’ diye hitab ettiği Tevfik Fikret aleyhindeki şiirlerini bile ‘Gelecek nesillere intikal etmesin..’ diye Safâhât’ından çıkarmışken; Abdulhamîd hakkında yazdığı; ‘Ortalık şöyle fenâ, böyle müzebzeb işler / Ahh, o Yıldız'daki baykuş ölüvermezse eğer’; ‘Çoktan beridir vardı benim bir derdim/ Gideyim zâlimi îkaz edeyim isterdim/ Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamîd / Âl-i Osman'dan bu korkaklık edilmezdi ümîd’ gibi mısralarını; kezâ, Yıldız Camii’ndeki Cuma Selâmlığı’nda Abdulhamîd’e karşı bombalı bir suikasd düzenleyen ermeni teröristin eyleminden sonra, Yıldız Sarayı etrafında alınan çok sıkı tedbirler için, ‘Neye mal olmada seyret herifin bir namazı; Sâde altmış bin adam kaldı, namazsız en azı!’ diye, şeklî mantık açısından ilk planda doğru gibi gelebilecek mısralarını da Safâhât’ından çıkarmamıştı.   

*** 

Halbuki, Sultan Abdulhamîd’e en ağır saldırıları yapanlardan İstanbul Dâr-ul’Funûnu (Üniversitesi) Reisi olan Feylesof Rıza Tevfik bile, daha sonra, ‘Abdulhamîd’in Rûhaniyetinden İstimdâd’ isimli şiirinde, ‘Padişahım gelmemişken yâd’a biz, / İşte geldik senden istimdâda biz..’ gibi pişmanlık mısralarını yazabilmişti. 

Öte yandan, Elmalılı Hamdi Efendi de henüz sadece 30-31 yaşındayken,Abdulhamîd’in hal’inin, /tahttan indirilmesinin şer’an caiz olduğuna dair fetvâyı yazacak kadar bir cüretkârlık sergilemiş ve sonrasında da açık bir pişmanlık bile beyan etmemişti. Sâdece yakın çevresine, ‘Eğer fetva vermeseymiş, ‘Padişah’ı öldürürler’diye düşünüp, tahttan indirilmesini tercih ettiğini’

söylemiş imiş, güyâ..   

*** 

Bu eleştirileri bugün tekrar etmekten maksad, geçmiş kavgaları aktarıp bazılarını kötülemek veya bazılarını da temize çıkarmak değil, Müslümanların elinde bulunan ve birçok bozukluklarına rağmen yine de ıslah edilmesi mümkün 600 küsur yıllık bir devletin çökertilmesi için uluslararası planda ne gibi şeytanî entrikaların çevrildiğinin bazı seçkin Müslüman şahsiyetler tarafından bile farkedilememesinden ders almaktır.   

*** 

Elbette, sionizm dâvasının ünlü ismi Theodore Hertzl’in İstanbul’a gelip ve Müslümanların Halifesi unvanı taşıyan Osmanlı Padişahı ile görüşme imkânı bulması ve netice alamasa bile, Filistin’de bir yer tahsisini isteyebilmesi de, Abdulhamid’in büyük hatalarından birisi olarak görülmelidir. Aynı şekilde, 2. Meşrutiyet’in ilânından sonra 1909’da patlak veren 31 Mart Vak’ası’nı bastırmak adına İstanbul’a izinsiz gelen Hareket Ordusu’nu durdurmak için harekete geçmemesi ve kendisinin hal’i fetvasının kendisine tebliğ eden 5 kişilik bir heyete de teslimiyet içinde davranması ve Şazelî Tarikatı’nın şeyhi M. Fahreddin Efendi’nin, ‘Oğlum Hâmid! Buraya kadarmış!’ sözünü kabul etmesi de izahı zor durumlardandır. 

Halbuki o zaman, ‘Vallahi, kanımızı da dökecekler, dinimizle de oynayacaklar!’ diye, teslim olmaması için yakaran kalemler de vardı.