Vicdanın mı kurudu?

Öyle ya, “dershane tartışmasına” hiç girmedim. Bir kenara çekildim, olanları seyrediyorum.

Hakkaniyetten yana bir yazardım hani?

Doğrulara vekâlet ediyordum...

Ne oldu?

Vicdanım mı kurudu?

Böyle mailler alıyorum. Twitter ortamında da duyuyorum bu tür sözleri.

Bazı mesajlar “tahkir” ve “hakaret” içeriyor tabii...

Hangi düşünceden olursa olsun, hangi dünya görüşünü savunursa savunsun, sinirlerine hâkim olamayan bir güruh her zaman var ve bu takımın sesi daha gür çıkıyor.

Küfür ve tahkir mesajlarını mihver alarak, mağdur olduğunu söyleyen kesim hakkında kanaat serdetmek istemiyorum.

Kanaat oluşturmak gibi bir niyetim de yok.

Sesi gür çıkan kesimi “caydıracak” sihirli bir formülüm de yok ve esasında buna gerek de yok.

Varsın eteklerindeki taşı döksünler...

Kendilerini “karşı taraf”tan görmeyenlerin tepkileri ve sözleri de, en az birinciler kadar acıtıcı...

Diyorum ya, her kesimden çıkıyor böyleleri...

İlle bir şey söylemek gerekirse, “Yok birbirlerinden farkları” denebilir.

Fakat buraya da indirgemek istemiyorum... Çünkü “Yok birbirlerinden farkları” diyerek, kendimize bir “pozisyon” edinemeyiz. Hasbelkader edindiğimiz pozisyon da bizi haklı kılmaz. Çünkü mahut söz, bazen, meselelere duhul etmek istemeyenlerin “sinik ve korkak mazereti” haline gelebilir.

Niye dershane tartışmasına girmiyorum peki?

Birincisi, edineceğim pozisyonun (çünkü “Yok birbirlerinden farkları” dedirtecek mebzul miktar fırsat geçti elime) sağladığı konforun keyfini sürmek istemiyorum. Buradan elde edeceğim “haklı pozisyon” olmaz olsun.

İkincisi, rahatsızım.

Bu “rahatsızlığımı”, Kanal 24’teki programda Zeynep Türkoğlu’na detayıyla anlattım. (Vicdanım kurumamış gördüğünüz gibi. Konuya duhul etmişim. Hem de canlı yayında...)

Esasında bir “alışkanlıktan”, bir “yer değiştirmeden” rahatsızım.

MİT krizinde yaşamıştık bunu...

KCK tutuklamalarında da yaşamıştık...

MİT krizi patladığında tavrımı açıkça söylemiş ve yazmıştım:

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı (sorguya çağırmak suretiyle) tutuklamak, dolayısıyla Oslo’daki hükümet tasarrufunu “muhakeme konusu” yapmak isteyen “yargı”, açıkça “yürütme”nin alanına girmişti. Üstelik, Müsteşarın yargılanması Başbakan’ın iznine bağlıydı. Bu izin de yok sayılmıştı. Klasik bir “erkler arasındaki kavgayla” karşı karşıyaydık ve konunun cemaat ve hükümet kapışmasıyla alakası yoktu. Cemaat canibinden arkadaşların, yargının bu tasarrufunu sahiplenmeleri, sonra ısrarlarından vazgeçmeleri de (çünkü Hakan Fidan kötü biriydi ve mutlaka yargılanmalıydı) durumu değiştirmiyordu... “Cemaat ve hükümet kapışması” olabilmesi için, tarafların aynı rasyonel düzlem içinde bulunmaları gerekiyordu... Hükümeti var eden “rasyonel gerekçeler” ve “koşullar”, bir cemaati ya da camiayı açıklamaya (“belirleme”ye) yetmiyordu.

Hayır, ille de “Bu bir cemaat ve hükümet kapışmasıdır” diyeceksek, cemaate siyasi bir rol biçmiş olurduk. Ki, bu daha çok cemaatin imajından eksiltirdi. Dolayısıyla, bu duruma ilk karşı çıkacak odak da, herhalde cemaat olurdu, cemaat olmalıydı. Fakat bu hassasiyet gözetilmedi. KCK tutuklamalarında da ayrı durumu yaşadı.

Böyle düşünüyordum.

Hâlâ böyle düşünüyorum.

Dolayısıyla, bir “eğitim tartışması” olan/olması gereken dershane meselesine, “cemaat ve hükümet” parametreleri içinde bakılmasını doğru bulmuyorum.

Böyle bakan (“hükümet bizi yok edecek” ya da “bu cemaat de çok olmaya başladı, İsrail uşağı mıdır nedir?” diyen) arkadaşlara da ne diyeceğimi bilemiyorum.

Hocaefendi’nin Firavun benzetmesinden farklı anlamlar çıkarırsak; Başbakan’ın “Karşı taraf da gönül diliyle konuşmalı” sözünü cımbızlayıp, sadece “karşı taraf” bölümüyle ilgilenirsek, neyi konuşabiliriz ki?