Havacýlýkda “the point of no return” diye bir kavram vardýr, geri dönüþsüz nokta.
A ve B noktalarý arasýnda uçan bir hava aracý eðer yolda bir ârýzaya uðrarsa, belirli bir yere kadar ilk kalkdýðý A noktasýna döner. Ama belirli bir noktayý geçdikden sonra artýk geriye dönmek imkânsýz olacaðýndan, ya B hedefine eriþmeye çalýþýr ya da ileride ve yine daha yakýnýndaki bir baþka yere. Ýþte bu artýk geri dönüþün imkânsýz olduðu noktaya “point of no return” deniliyor.
Bana kalýrsa 30 Eylül 2013 târihi de Türkiye bakýmýndan, sembolik olarak iþte böyle bir “point of no return” teþkîl ediyor.
Ülkemiz demokratikleþme alanýnda o gün artýk öyle bir noktaya ulaþdý ki bundan sonra artýk geri dönmesi âdetâ eþyânýn tabiatýna aykýrý bir durum olur.
Bundan böyle Türkiye’yi yolundan geri çevirip o ilk havalandýðý eski noktaya avdet ettirmek isteyenler, altýnda ezilecekleri bir yükü omuzlamak cinnetine giriþdiklerini bilmelidirler!
Biz bu noktaya kolay gelmedik.
Ardýmýzda; iniþi çýkýþý, eðrisi doðrusu ve sevinci tasasýyla yaklaþýk iki yüz yýllýk bir mâcerâ var.
Ve esâsen yine de henüz yolun sonuna gelmiþ deðiliz, zîrâ 30 Eylül günü cereyân eden þey þimdilik sâdece bir “niyet beyâný”ndan ibâretdir.
Kat’iyyen küçümsemek için söylemiyorum! Bu olayý fevkalâde önemsediðimi daha dün de belirtdim. Fakat bir iþe niyet etmekle o iþi gerçekleþtirmek, yâni kuvveden fiile çýkarmak farklý þeylerdir. Zâten gerçekleþse bile iþimizin bununla sona ermeyeceðini bizzat Baþbakan Erdoðan o târihî açýklamasýný yaparken ifâde etmiþdir. Çünki demokrasi öyle sipâriþ vererek bir yere ýsmarlayýp hazýr halde eve teslim getirtebileceðimiz bir nesne deðildir. Zâten öyle bir þey olsaydý iki yüz küsur senedir kurmak için bu kadar sýkýntýlara girip uðraþmaz, fiyatý her kaç kuruþsa ödeyip alýr ve komodinin üzerine koyardýk.
Öte yandan bizim bu uzun süre boyunca harcadýðýmýz emekler, dökdüðümüz kanlar ve fedâ etdiðimiz canlar da havaya üfürülmüþ deðildir. Tam tersine bu yola döþenmiþ taþlardýr. Eðer onlar olmasaydý Baþbakan’ýn bu konuþmasý da olamazdý.
Onun için bu târihî dönüm noktasýnda demokrasimize uzanan ve henüz nihâyete ermekden çok uzak bu yolda verdiðimiz ünlü ünsüz ve adlý adsýz mücâdelecileri de bir an olsun ansak iyi ederiz gibime geliyor.
Buradan îtibâren uzun ve çetin bir müzâkere, görüþ jimnastiði ve Nâmýk Kemâl’in o sevdiðim tâbiriyle “müsâdeme-i efkâr” yâni fikirlerin vuruþmasý devrine giriyoruz.
Bu yolda pek çok kimse söz alacak ve muhtemelen pek çok da nisbeten sert tartýþmalar yaþanacakdýr. Fakat bunlarýn öyle laf olsun kabîlinden yapýlýyor deðil de hakýykaten hayâta yansýyabilecek bir iþ olduðu bilinci belki bütün “müsâdimleri” yâni müsâdemecileri daha da canla baþla fikir üretmeye sevkedecekdir.
Çok heyecanlý ve o nisbetde de iyimserlik aþýlayýcý bir zaman dilimize giriyoruz. Bunun lüzûmundan fazla uzamamasý, bir baþka deyiþle Amerikalarý yeniden keþfetmeye kalkýþmaksýzýn fikir müsâdemesinde, belki de daha doðru bir ifâdeyle fikir alýþveriþinde bulunmamýz benim önemli dileklerimden biridir.
Bir de þunu unutmamalýyýz ki Türkiye’yi eski hâlinde tutmak, bu eski ve uðursuz “al gülüm - ver gülüm” mekanizmasýný sürdürmek isteyenlerin sayýsý da adamakýllý kabarýkdýr.
“Yeni Türkiye”nin tekerine çomak sokmak için hiç bir mel’anetden kaçýnmayacaklarýný çok iyi bilmeliyiz.
Sefere çýkan denizcilerin demir alma emri þöyledir:
“VÝRA BÝSMÝLLAH!”
Ama gemi savaþ gemisiyse biraz deðiþir:
“BÝSMÝLLAH
VÝRA!”