Özhan Eren: Ya cahiller gerçekten ya da Haçlı kafasında

Eren: Ben sinemacı falan değilim. Ama yüzyıl öncesinde olanları bilip de anlatmamak olmazdı. Aldığım nefesi hak etmem için Son Mektup’u yapmam şarttı. Gerçeği bilmeden filmi eleştirmeye kalkanlar önce tarihi kaynakları okusun.

Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen gün “1. Dünya Savaşı’nın diğer adı birinci paylaşım savaşıdır. Petrolün, Akdeniz Süveyş’in ticaret yollarının anahtarını elinde tutan Osmanlı’nın paylaşımıydı bu. Bugün Suriye’de, Irak’ta, Mısır’da, Libya’da aslında ne olduğunu ancak geçmişe bakarak anlayabiliriz. Net şekilde görüyoruz ki 1. Dünya Savaşı hâlâ sona ermiş değil” derken haksız değildi.

Bugün bu coğrafyada olanların o savaşın artçıları olmadığını kim söyleyebilir ki? Mart ayı içinde 100. yılı dolayısıyla Çanakkale’yi, şehitlerimizi rahmetle minnetle andık.

En uzun yüzyılımız

2015 pek çok tarihi olayın hatırlanacağı, hafızaların travmaların tazeleneceği bir yıl olacak. Hazır mıyız peki? Siyaset bir yana sanatçılar hazır mı 100. yıla?

Durum hiç iç açıcı değil. Bir tek Özhan Eren’in Son Mektup’u var elimizde. O da gündelik siyasi tartışmalara, kısır ideolojik kavgalara kurban edilmek isteniyor. 18 Mart deniz harbine giden süreci konu alan filmde o dönemde genç bir kara subayı olan ve savaşa daha sonra iştirak eden Atatürk’ün neden bir kez göründüğü sorusuna muhatap ediliyor.

Halbuki şu ana dek tarihimize dair çekilmiş en iyi film Son Mektup. Teknik ve estetik açıdan sorunsuz. Savaş sahneleri özellikle çok sahici. Filmin omurgasını oluşturan karakterlerin küçük hikayelerindeki büyük fedakarlıklarla bir milletin hikayesindeki inanmışlık ve çaba gayet iyi harmanlıyor. Kronolojik akış, hikayenin temposu ya da filmin finaline eleştiri getirilebilir elbette ama bunların hiçbiri filmin gömülmesine gerekçe olamaz.

Son Mektup özellikle çoluk çocuğunuzla izleyebileceğiniz, izlemenizin iyi olacağı bir film. Kimlerin torunları olduğumuzu hatırlamak, o fedakar insanları Fatiha eşliğinde bir kez daha anmak ve bıraktıklarının kıymetini bilebilmek için.

Hem filmi hem eleştirileri konuşmak için buluştuğumuzda Özhan Eren’den en çok duyduğum kelimeler ‘aşk’, ‘dert’ ve ‘iyilik’ oldu. Daha önce Kafkas Cephesi’nden gerçek bir hikâyeyi “120” adıyla filmleştiren, “Sarıkamış’a Giden Yol” kitabını ve “Sarıkamış’lı Geçmiş Zaman” adlı albümü hazırlayan Eren, Son Mektup’la eş zamanlı olarak bir de kitaba imza attı: “Çanakkale: Bilsen Âşık Olursun”. Bir de müjde vereyim vakitlice. Eren’in bundan sonra yapmak istediği film ise şimdiden gözünü nemlendiren Medine Müdaafası.

Allah razı olsun hepsinden!

Artık söz Özhan Eren’in:“Ben aslında bir film yapmak değil bu büyük aşkın, onurun yüzüncü yılında o güzel insanları layıkıyla analım istedim. Son Mektup dertli bir film, bir şeyler demek isteyen bir film. Bugün Çanakkale’nin hala filmi romanı şiiri yoksa aşk noksanlığından, dert noksanlığındandır. Atalarımızın hatalarını da çabalarını da bilmek ve o tecrübeden ders almak zorundayız. Ne yapmışlar bayrağı dalgalandırmak için, biz bugünden sonra ne yapmalıyız, bilmeliyiz. Bu toprak bize gereken her şeyi söylüyor zaten. Yeter ki “bastığın yeri toprak diyerek geçme tanı”. Yeter ki ayağını sağlam bas, toprağına kulak ver. Benim gözümde meselenin özü bu.

Allah razı olsun hepsinden. Bugün çocuklarımız bu ülkede özgürce okula gidebiliyor dileğini dilediği gibi yapabiliyorsa kimin sayesindedir?

Nasıl dertlenmeyeyim?

Her birimizin attığı her adımda, aldığı her nefeste, katlanılamayacak kadar ağır o bedellere dertlere ölümlere acılara hasretlere katlanan, canları dahil her şeylerini feda eden o insanların emekleri yok mudur? Onlara layık mıyız biz? Bırakın layık olmayı, onların ne yaşadığından haberdar mıyız? Bugün asıl soru bu?

Ben sinemacı falan değilim. Arada bir elim erdikçe türkü bestelerim. Ama yüzyıl önce olanları bilip, dertlenip anlatmamak imkansızdı, aldığım nefesi hak etmemek demekti benim için. Bu filmi yapmamak olmazdı. 

Mustafa Kemal kara savaşında

Eleştirileri nasıl ciddiye alayım?  Bir kere tarihsel olarak karıştırdıkları bir şey var: Mustafa Kemal başka biridir, Atatürk başka. Çanakkale harbinde Atatürk yok zaten. Olağanüstü askeri zekâsı, becerisiyle, aşkı coşkusuyla bir yiğit, bir vatan evladı Mustafa Kemal var. Ama o da harbin en başında yok. Bulunup dünya tarihine geçtiği dönem sonra, kara savaşında.

Filmde bir diyalogda Çanakkale’ye saldırı sebebi olarak “1453’ün intikamı” deniyor. Bu, bizim bazı cahil eleştirmenlerimizi rahatsız etmiş “ne alâkası var” diyorlar. Halbuki bunu ben değil İngiliz ve Ruslar o dönemde bizzat yazıyor. Ashmead Barlette diyor ki “Hıristiyanlık âlemi Fatih’in 1453’te indirdiği darbenin intikamı için İstanbul’a doğru toptan harekete geçti. Bu, son Haçlı Seferi’dir. Haçlı şövalyelerimizin intikamını alacağız” Hakikat böyleyken ben ne demeliydim, bilmiyorum. Bizim cahiller bari arada bir okusalar. Eğer Haçlı kafasında değillerse...

SANATÇI OLMAK İÇİN BOHEMLİK GEREKMİYOR

- Amerika’nın bağımsızlık bildirgesini yazan, kendisinden “he is USA” diye bahsedilen John Adams’ın sözüdür: “Biz askerlik işlerini halledelim ki çocuklarımız mühendislik işlerini halletsin. Onların çocukları da sanatla uğraşabilsin.” Allah’ın lütfu, ben önce askeri sonra mühendislik okudum. Sonra da sanatla uğraştım. Meğer sanatçılık illa bohem hayatlar sürmeyi gerektirmiyormuş.

O GEMİLER O BOĞAZDAN GEÇTİLER

Bir halin hikâyesidir Son Mektup. Çanakkale tarihin bir kesitinde bir damla. Benim anlattığım ise damlanın da damlası. Beni asıl etkileyen şu oldu Çanakkale’de. Komutanları kimyasal gaz kullanacakları zaman, gaz maskesi takmayı reddediyor Anzak askerleri. Hayır diyorlar, Türkler böyle yapmazdı. Asalet bundan daha iyi anlatılabilir mi? Bunu bilmeliyiz. Ben o yüzden o ateşin altı eğer biraz közlendiyse diye yaptım bu filmi. Hepimizin içindeki ateş canlansın diye. Benim içimde yanıyor çok şükür. Çanakkale’yi hissettiğimi sanıyorum. Özellikle batı kaynaklarını okuyunca. Bizi aşağılayarak, İstanbul’u kolayca alacaklarını düşünerek geliyorlar ve bir sene boyu savaştıkları Türklere saygı duyarak gidiyorlar. Çanakkale’yi geçemiyorlar! Ama üç yıl sonra o gemiler o boğazdan geçtiler! İşte bunu düşünmeli 

ve ders çıkarmalıyız.

GENÇ NESİLLER BİLSİN İSTEDİM

Ben tarihi film yapmaktan ziyade, o dönemin duygusunu vermeye çalışıyorum. Bugün bile manevi havası o kadar yoğun ki oranın. Her karış toprağın altında şehit var. Neredeyse tüm vaktimi orada dua ederek geçirdim. Gençler yaşadıkları toprakları hissetsin, yüzyıl öncesini, oradaki aşkı, inancı, birliği dirliği bilsin istedim. Bilmeyişimiz gaflet mi, dalalet mi, cephede kaybedilmeyeni savaştan sonra yitirmek mi? Hepsi olabilir. Bunu tahlil edecek donanımda değilim. Ama şunu biliyorum. Sait Halim Paşa’nın dediği gibi, vatan dediğin taş topraktır nihayetinde. Önemli olan manevi vatandır. Tamam birileri saldırıyor da, biz ne yapıyoruz? Niye bizim tarihimizin Akif’in Çanakkale Şehitlerine şirinden başka şiiri, Yemen türküsünden başka türküsü yok? Hey On Beşli’yi ne diye oyun havası sanıyoruz? Ağıttır oysa o.

SANKİ BÜTÜN DERT BENİM SIRTIMDA

Millet kim, devlet ne? Hepsinin hücresi insan. İnsanda başlar ve biter her şey. Kanser bir tek hücrenin anormal bölünmesiyle başlar. Bir tek çivi bir ülkeyi batırabilir de kurtarabilir de. Ben kendi mesuliyetimi böyle görüyorum. Her şey benim sırtımda gibi hissediyorum. O bir tek hücre sadece bir ülkeyi değil insanlığı etkiler. Eğer Vivaldi olmasaydı ben eksik olurdum. Dede Efendi olmasaydı eksik olurdum. Sultan Abdülhamit olmasaydı zorlukta sorumluluk nedir yeterince iyi bilemezdim. Nazım Hikmet’in oğluna yazdığı mektuplar olmasaydı ben oğlumu belki o kadar da iyi sevemezdim. Hayat, dünya, milyonlarca yıllık insanlık tarihi... her şey biter, geride sadece sizin nasıl bir insan olduğunuz kalır. İyi biri misiniz değil misiniz? Bunu siz belirlersiniz, tercih sizindir. Ve sen neysen devletin odur. Toplumun odur, insanlık odur.