Yakup Efendi cesur gazeteci arıyormuş...
Ne çok seveni varmış şu “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin... CHP’liler bayılıyorlarmış meğer... Basının ilkesiz ve düstursuz kalemleri tapıyorlarmış...
Bürokratlar için de bir tür “ikon”muş...
Bakalım öyleyse... Önce “kuvvetler ayrılığı” ilkesine, sonra da sizin durumunuza bakalım.
Bakalım, demokrasinin olmazsa olmazlarından sayılan kuvvetler ayrılığı karşısındaki pozisyonunuz nedir?
Bakalım, itiraz hakkına sahip misiniz?
Bakalım, aradığınız “cesur kalemleri” kendi içinizden çıkarabilecek misiniz?
Malum, Başbakan’ın “Nereye gitsek, karşımıza kuvvetler ayrılığı ilkesi” çıkıyor şekvasından sonra tartışma başladı... Arkasından yorumlar geldi: “Tek adam rejimi kurup diktatör olmak istiyor, aha bu da onun teyidi...”
Bunu diyenler, kuvvetler arasındaki (yargı lehine oluşmuş) hiyerarşiyi ortadan kaldıran 2010 referandumunun, bizzat tek adam rejimi kurmakla suçlanan politikacı tarafından gündeme getirildiğini ve eşitliği sağlayan anayasa değişikliğine öncülük ettiğini hatırlamıyorlar...
Daha doğrusu, hatırlamak istemiyorlar.
Esasında, Erdoğan’ın kuvvetler ayrılığı ilkesinden değil, kendi sınırları içinde kalmaya razı olmayan “yargı” erkinden şekvada bulunduğunu da biliyorlar.
Bile bile pislik yapıyorlar.
Kâğıt üzerinde, kuvvetler arasında eşitlik vardır, doğru.
Fakat bu kâğıt üzerinde kalan bir eşitliktir.
Bidayetinden beri yargı, bu eşitliği bozan bir tutum içinde olmuştur.
Hemen Tedbirler Kanunu’nu, Anayasa Mahkemesi’nin kimi içtihatlarını, parti kapatma davalarını, 411 hadisesini, 367 kepazeliğini hatırlayalım.
İlk kez bir anayasa değişikliği “esastan” görüşüldü ve iptal edildi.
İlk kez Meclis’te yapılacak bir Cumhurbaşkanlığı seçimi “toplantı yeter sayısına” takıldı.
Demek ki modern zamanların “yargı mantığı” yürürlükte olsaydı, Cumhuriyet ilan edilemeyecek, Mustafa Kemal Atatürk de Cumhurbaşkanı seçilemeyecekti.
Peki, 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği, özlenen ve beklenen eşitliği sağlayabildi mi?
Sağlayamadı ki, karşımıza “7 Şubat” krizleri, “yerindelik” denetimleri, özelleştirme iptalleri çıktı ve “eşitlik” tekrar yargı lehine bozuldu.
Düşünebiliyor musunuz, yürütmenin alanına giren “yargı”, ancak ve sadece, alelacele çıkarılan bir yasayla durdurulabiliyor. Hakan Fidan ve MİT görevlilerine yönelik “yargı kalkışmasını” hatırlayalım.
Hayır, öyle değilmiş.
Kuvvetler ayrılığından şikâyet etmek, tek adam rejimine kapı aralamak demekmiş... Başbakan açıkça faşizm istiyormuş...
Kemal Bey ve “yandaşları” böyle diyor.
Madem “kuvvetler ayrılığı”na bu kadar düşkünsünüz, vaki tek adam rejimleri karşısında neden ağzınızı açmıyorsunuz?
Mustafa Kemal, kuvvetler birliği ilkesinden şaşmadı ve ülkeyi (kendi ifadesiyle) “diktatörlükle” yönetti.
İsmet İnönü, ha keza...
Neden bir itirazınız yok?
Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün ağzından çıkan her söz yasa yerine geçebilir ama Recep Tayyip Erdoğan “yargı yürütmenin alanına girmesin” diyemez... Öyle mi?
Refikimiz Mehmet Yakup Yılmaz da, Başbakan’a “kuvvetler ayrılığı”nı soracak cesur bir gazeteci arıyormuş.
Sen cesur bir gazetecisin.
Sorsana...
Nitekim köşende sormuşsun.
Bu cesareti vaki tek adam rejimleri konusunda da göstermeni bekliyoruz.
Mesela çıkıp, “Atatürk ve İnönü, ülkeyi kuvvetler birliği ilkesine göre yönetmiştir. İkisi de diktatördü. Bu kabul edilemez...” diyebilirsin.
Bir dene bakalım... Bunu diyebilecek misin?