Yaşlılık elbisesi içinde nabzı atan çocukluğun peşinde

Aslında insan her yaşta çocuktur. Hayatının her döneminde çocukluğunun bir devresini yeniden üretip yaşar. Bu yüzden öğrendiğimiz, giydiğimiz, yediğimiz, güldüğümüz, ağladığımız ne varsa mutlaka çocukluğumuzun bir döneminden izler taşır. Daha doğrusu her halimizin temelleri çocukluğumuzda atılmıştır. Geçen yıllar sadece geliştirir o temelleri. Yaşlılık bu açıdan artık bol gelmeye başlayan hayat elbisesinin içinde nabzı atan bir çocukluktur mesela. Aslında çocukluk, her zaman insanın içinde kıvrılan taptaze bir ruhtur. Bu yüzden insan çocukluğunu yaşadığı mekandan uzaklaşsa da kopamaz. Memleketin dağını taşını değil, oralara değmiş çocukluğumuzu ararız her seferinde. Çocukluk insanın ruh köküdür çünkü. Çocukluk levhasına nakşedilen resim asla silinmez nitekim.

Memlekete her gittiğimde herhangi bir sebepten dolayı çocukluğumun bir hatırası, devresi öne çıkıp orada geçirdiğim süreci kaplar mesela. Bir keresinde çocukken akranlarımla oynadığım yerleri, bir başkasında kuzuları otlattığım dağları, ovaları, bir diğer seferinde yüzdüğümüz dereleri göresim gelir ve oraları dolaşırım, o günleri yeniden yaşarım.

İlk çocukluk yıllarım, hatta ilk gençlik yıllarımın önemli bir kısmı köyün ortasında yer alan evimizin etrafında geçti. Ben İstanbul'a yerleştikten sonra babam köyün biraz dışındaki tarlamızın yanında bir ev yaptı, oraya taşındı. Bir keresinde köye gittiğimde eski evimizi görmek istedim. Babam onu bir komşumuza satmıştı. Adam evi yıkmış, yerine başka bir ev yapmıştı. Evin etrafını dolaşmaya başladım. Geçmişime dair bir izi, kim bilir belki de koşarken çıplak ayağımı çarptığım bir taşı (bakarsın üzerine damlayan kanım hala duruyordur) ya da üzerinde çay kaynattığımız isli ocağı arıyordum. Belli bir yaşın altındaki köylüler tanımıyordu beni haliyle. Evden yedi sekiz yaşlarında bir çocuk çıktı. "Ne arıyorsun amca?" dedi. "Çocukluğumu arıyorum." dedim. Çocuğun hiçbir şey anlamamış bakışları hala gözlerimin önünden gitmiyor.

Bir başka seyahatimde sabahtan akşama kadar o dağları, vadileri, uçurum kenarlarını sürümü otlatıyormuşum gibi dolaşıp durmuştum. Kurtların sürüye saldırdığı vadinin kenarında oturdum ve o korkuyu, o telaşı, bağırış çağırışları yeniden gözlerimin önüne getirdim. Akşam sürünün peşinde koşturmuş gibi yorgun argın eve dönmüştüm.

Bu sefer çocukluğumun, lezzeti damağımdan silinmeyen yoksulluk soframızın basit ama bereketli yemekleri düştü aklıma.

Sabah namazından hemen sonra annem kuzuları ağıldan salar ve beni uyandırırdı. Elime, üzerine koyun yoğurdunun sarı kaymağı sürülmüş bir tandır ekmeğini tutuşturarak kuzuların peşinden gönderirdi. Elimdeki kaymaklı ekmeği ısırırken uykulu gözlerle kuzuların peşinde düşe kalka seğirtirdim. Kaç kere taşlara takılmış, düşüp dizimi kanatmıştım.

Son seyahatimde kız kardeşime, sabahleyin üzerine kaymak sürülmüş ekmek istediğimi söyledim. Namazı kılıp serhatın seherinin ürpertici rüzgarını bedenimde hissetmek üzere kapıya çıkarken çoktan uyanmış olan kız kardeşim elinde iki kat kaymak sürülmüş ekmekle çıkageldi. Ekmeği ısırırken bu yaşımda kuzuların peşinde seğirten yarı uykulu çocuk ben gibiydim.

Malzemesi ayran, "dan" dediğimiz kaynatılmış ufak ufak kesilmiş kabak, "pûng" dediğimiz nane otu olan bir çorba var. Kürtçe'de girar, Türkçe'de ayran aşı deniyor. Bu çorbanın sabah erken içilenine girarsibe denir. Çaldıranda bu çorbayı içtim sabah sabah. Annemin büyükçe bir çanağa doldurduğu girarı, biz kardeşler tek tahta kaşığı sırayla kullanarak içtiğimiz o yoksulluk günleri canlanıverdi gözlerimde.

Çocukluğumun unutulmaz yemeklerinden biri de Hevrîşk'tir. Tandırdan taze çıkmış ekmek, bir kaba doğranır ve üzerine tereyağı dökülerek hazırlanır. Çaldıran'dan Adilcevaz'a vardığımızda öğlen sularıydı. Kız kardeşim tandırda ekmek pişiriyordu. "Hevrîşk yapmanı istiyorum." dedim. Süphan Dağı'na karşı bir sandalyeye oturmuş hevrîşkten lokmaları yerken bu çocukluk ölene kadar yakamı bırakmayacak diye düşündüm.

Rahmetli dedemin son yıllarında ağzında diş kalmamıştı. Bu yüzden ekmeği yoğurda ufak ufak doğrayarak yerdi. Dizinin dibinde oturur, zevkle yediği bu yemeğini kendi elleriyle bana yedirmesini beklerdim. Sanki bir lokmayı yaşlı bana, bir lokmayı da çocuk kendine yediriyordu. Evin balkonunda oturdum, tıpkı dedemin yaptığı gibi ekmeği özenle yoğurda doğradım, Arin Gölü'ne vurmuş mehtabı seyrederken bir yandan da lokma lokma hasret atıyordum içime.

Memleket dediğin gün be gün biriken bir çocukluktur.