Yedi tepe Lizbon İstanbul'un ruh ikizi

Sokaklarında sardalyaların pişirildiği, yokuşlarıyla terleten, şehrin ortasından tramvay geçen, yedi tepe üzerine kurulu bir kent Portekiz’in başkenti Lizbon. Atlantik Okyanusu’na akan Tejo Nehri’nin kuzeyindeki şehri gezerken İstanbul’u hiç özlemiyorsunuz. Çünkü İstanbul’a o kadar benziyor ki...

Hiç ilk kez ziyaret ettiğiniz bir kentte kendinizi evinizde hissettiniz mi? Ben hissettim. Hem de öyle derinden hissettim ki. Gerçi içten içe biliyordum böyle olacağını. Yıllar önce rüyamda gördüğüm beyaz kenti (ortasından tramvay geçiyordu) tanımış, “Lizbon burası” demiştim. Birkaç yıl önce Sabancı Müzesi’nde gördüğüm Lizbon: Bir Başka Şehirden Hatıralar sergisinde kimi tabloların, fotoğrafların önünde durup anlatılması zor bir aşinalık duygusuyla sarsılmıştım. “Bir şeyler var” diyordum, “Bir bağım var benim bu kentle.” Sonra Lizbon’a gittim. Hayatımda ilk kez. Ya da ben öyle zannediyordum. İlk günden itibaren sokaklarda yürürken kendimi yuvamda hissettim. Sanki etrafımdaki insanlar Türkçe konuşuyordu. O kadar tanıdıktı ki tınılar, vurgular. Kaç kere insanların yanına kadar gittim. Türkçe değil Portekizce konuştuklarını duyunca şaşırıp kaldım. Kentte pek çok enteresan müze varken ben ısrarla Museu do Azulejo’yu ziyaret etmek istedim. İşte orada yaşadığım çok güçlü bir hisle neden Lizbon’a kendimi bu kadar yakın hissettiğimi anladım. 1509 yılında Kraliçe Dona Leonor’un yaptırdığı Madre de Deus Manastırı’nda hizmet veren, Portekiz kültüründe çok önemli bir yeri olan mavi seramik duvar karolarına adanmış olan müze, asırlar önce benim evim olmuştu. O an manastırlara duyduğum ilginin nedenini de anladım. Anlattıklarım size çok mu garip geldi? Yoksa siz de ilk defa ayak bastığınız bir yerde böylesine güçlü bir aidiyet duygusu yaşadınız mı? İşte ben Lizbon’u bu gelgitler içinde gezdim. İlkbahardı ve Lizbon beni her gün yeni baştan şaşırtıyordu. Bir gün mesela, ıhlamur yağmuruna tutulmuş, cennette miyim ben diye mutluluktan ağlamak istemiştim.

AKDENİZLİLİKTEN DE ÖTE BİR YAKINLIK

Lizbon da İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş biliyor muydunuz? Sabancı Müzesi’ndeki Lizbon sergisi, Lizbon’da açılmış bir İstanbul sergisinden ilhamla hazırlanmış ve müze müdürü Nazan Ölçer şunları söylemişti: “Eğer dünyada ‘ruh ikizi’ diye bir kavram varsa, bu en çok Lizbon ve İstanbul için söylenmiş olmalı. Yoksa her iki şehri sarıp sarmalayan deniz, yokuşlu sokaklar, geçmişteki büyük imparatorlukların armağanı görkemli yapılar, soylu bir çekingenlikle içtenliği içlerinde barındıran insanlar, hep hasretten ve kavuşulamayan aşklardan söz eden hüzünlü şarkılar bu kadar birbirine benzeyebilir mi?” Nazan Ölçer’e yerden göğe hak veriyorum. Lizbon ve İstanbul birbirine öyle çok benziyor ki! Oflaya puflaya yokuşları çıkarken kendinizi Kurtuluş’ta zannediyor, tepeden denize bakarken Boğaz’ı seyrediyor hissine kapılıyorsunuz. Üstelik insanı da bize benziyor. Portekiz’deki kadar gönülden ağırlanıp bunca sevgi gördüğümü hatırlamıyorum. Hani biz misafirimiz için canımızı verir, soframızda ne varsa yürekten paylaşırız ya, onlar da öyleler. Bu Akdenizliliğin ötesinde bir benzerlik, yakınlık.

Lizbon, Atlantik Okyanusu’na akan Tejo Nehri’nin kuzeyine kurulmuş. Yerleşim tepeler ve vadiler arasında dağıldığı için İstanbul gibi tek bir merkezin etrafında gelişememiş. Kentin en merkezi yeri Praça do Comercio. Bu büyük meydan, bir anlamda kentin giriş kapısı. Lizbon’un ana caddesi sayılan Özgürlük Bulvarı  (Avenida da Liberdade), ortasındaki ağaçlık yürüyüş yoluyla yayalar da düşünülerek tasarlanmış. Burası Lizbon’un Şanzelize’si bir anlamda. Dünyaca ünlü butikler bu caddenin etrafına sıralanmış. Kentin en saygın otelleri de aynı yerde. Kentin doğusunda kalan Mouraria ve Alfama, mavi duvar karolarıyla kaplı evleriyle Lizbon’un en güzel mahalleleri arasında. Bairro Alto, yani yukarı kent aşağı kente (Baixa) tepeden bakıyor ister istemez. Kentin deniz seviyesindeki alt kısmıyla yukarı kısmı arasında füniküler ve asansörler çalışıyor. Santa Justa asansörü, ünlü Fransız mühendis Gustav Eiffel’in öğrencilerinden biri tarafından tasarlanmış ve 100 yaşını kutladığı 2002 yılında ulusal anıtlar arasına katılmış. Santa Justa, Lizbon’da halkın kullanımına açık tek asansör. Günlerce kalsanız sıkılmayacağınız bir yer Lizbon. Zaten öyle iki üç güne sığdırmaya çalışmayın, emin olun çok üzülür!

KULESİ İÇİN Mİ TATLISI İÇİN Mİ?

15 numaralı tramvaya bindiniz mi kısa sürede kendinizi Lizbon’un en turistik bölgelerinden ‘de bulacaksınız. Lizbon’a gelenlerin mutlaka ziyaret ettiği Belem, kulesi (Torre de Belem), manastırı (Jeronimos Monastery), müze ve parkları, sahil kasabası havasıyla size keyifli ve huzurlu saatler vadediyor.  Belem‘in kulesi kadar ünlü bir de yiyeceği var: Pasteis de nata. Lizbon’daki pek çok pastaneden satın alınabilse de içi kremalı bu leziz tartoletler için pek çok kişi Confeitaria de Belem’in yolunu tutuyor. Duvarları 17’nci yüzyıldan kalma seramiklerle kaplı olan pastanenin mutfağında tarifi sır gibi saklanan tartoletlerden günde 10 bin adet pişiyor.

ÖZLEMİN SESİ: FADO

LİZBON’A gidip de Fado dinlemeden dönmek “Boğaz’ı seyretmeden İstanbul’u gördüm” demek gibi bir şey. Deniz, aşk, özlem, melankoli... Fado bunlardan ibaret değil. Kendine has bir tınısı olan bu hüzünlü müzik, Lizbon’da pek çok restoranda canlı olarak dinlenebiliyor. Fado kültürünü tanımak isterseniz önce Fado Müzesi’ne (Museu do Fado) uğrayıp buradaki sergileri gezdikten sonra müzenin terasında önemli Fado sanatçılarının performanslarını izleyebilirsiniz. Ben gidemedim ama Portekizli bir arkadaşım Bairro Alto’da Lizbonluların Fado sanatçılarına eşlik ettiği, gerçek Portekiz yemekleri yenebilen bir yerden bahsetmişti: Adega do Ribatejo. Yolunuz düşer de giderseniz ne olur bana da bilgi verin.

SARDALYA AŞKI

PORTEKİZLİLER sokağın ortasında ızgarasını yapıp yiyecek kadar sever sardalyayı. Ağustos-eylül aylarında ülkenin neredeyse her kentinde, sardalya festivalleri düzenlenir, metrelerce uzunlukta ızgaralara aynı anda 300-400 kilo sardalya atılabilir. Portekizliler balığı yıkamadan, temizlemeden pişiriyorlar ki ‘deniz tadı’ gitmesin. Temizlik işini siz tabakta yapıyorsunuz ama inanın tadı da bir başka o sardalyanın.

TRAMVAY KEYFİ

KEYİFLİ tramvay yolculukları yapılabilen kentlerden Lizbon. 1940’larda üretilmiş ve 1980’lere kadar Lizbon’un her bölgesinde rastlanan eski tramvaylar bugün sadece üç hatta hizmet veriyor. Bunlardan biri 28 no’lu tramvay. Lizbon’un eski mahallelerini görebileceğiniz bu hat Graça’dan başlıyor, Alfama’ya doğru iniyor, Baixa üzerinden Chiado yoluyla Bairro Alto’ya çıkıyor ve yine aşağıya, Campo Qurique’ye gidiyor. Lizbon’un sembolik mekanlarının pek çoğunu görmenizi sağlayacak bu yolculuğu Viva Viagem kartınız varsa 1 euro. Bileti tramvayda almak isterseniz 2.85 euro. Aman dikkat: Turistlerin ağırlıklı olarak bindiği tramvaylarda kapkaççılar kol geziyor!