Yeni olmak ve yenilenmek

Yeni bir dönemden bahsediyorsanız, aynı zamanda yeni aktörlerden bahsetmek durumundasınız. Burada yeniden kasıt, sürekli bambaşka isimlerin sahnede yer alması değil elbette. Değişimi ana dinamikleriyle sürdüren ve onu temsil eden aktörler, aynı zamanda yeni olarak sahnede yerlerini alacaklar.

Son dönemde yaşanan çatışmalar, sanki bunun aksini gösteriyor. Daha doğrusu birileri ısrarla önümüze ‘Geçmişe geri dönüyoruz, eski dönemin aktörleri yeniden aktif’ tablosunu sunuyor. Türkiye’nin yakın geçmişte gerçekleştirdiği tasfiyenin tümüyle rafa kaldırıldığı ve tasfiye edilenlerin yeniden güç kazandığı öne sürülüyor kısacası. Yerel seçimlerden hemen önce bu konuda bir değerlendirme yazmıştım. Ondan bir alıntı yapmak istiyorum.

‘Gerçekten öyle mi? Yani yeni bir dönem ve yeni ittifaklar derken, birbiri ardına cezaevinden çıkan isimler ve bunların ardındaki güç odaklarından mı söz ediyoruz?

Kuşkusuz İlker Başbuğ başta olmak üzere pek çok tanınmış ismin tahliye edilmesi, Türkiye’de yeni bir dönemin başladığına işaret ediyor. Ancak bu ‘tanınmış’ isimler, artık ‘önemli’ isimler olarak sahnede yer almıyor. Onların içinde bulunduğu ilişkiler ağı ve sahip oldukları güç artık tarihe karıştı. Bakmayın dışarı çıkarken yaptıkları konuşmalara, söyledikleri parlak sözlere. O dönem kapandı, o isimlerin arkasında yer alan güçler çoktan yok oldu, zayıfladı ya da saf değiştirdi.

Birkaç televizyon programı, gazete sayfalarında söyleşiler ve ardından herkes kendi sınırlarına çekilecek. Bu tahliye zincirinde içeriden çıkan herhangi bir isim ya da diyelim ki hepsinin toplamı, asla ve asla bir güç dengesine işaret etmiyor.’ (Star, 13 Mart 2014)

Burada bazı noktaları yeniden hatırlamakta yarar var. Bunları atladığımız takdirde olup biteni doğru anlama şansımız azalıyor. Öncelikle Türkiye bir dönemle, bir anlayışla ve güç dengesiyle hesaplaştı. Devleti yöneten aklın yeniden inşa edilmesi sürecinde bu hesaplaşmanın ve tasfiyelerin yapılması gerekiyordu ve Türkiye bunu belli sıkıntılarla ve hasarlarla olsa da başardı.

Devlet içinde özellikle yüksek bürokrasinin eliyle şekillenen darbe veya hukuk dışı girişimlerle ilgili alışkanlıklar, bunu taşıyan güç ve damar kırıldı. Türkiye’nin darbeler tarihini kabaca gözden geçirmek bile bunun önemini anlatmaya yeter.

Paralel yapı konusundaki çatışmaya gelince. Devletin ortak kabul etmeyen doğası işledi ve harekete geçti. Dolayısıyla yaşanan sosyal dinamikler açısından asla sürpriz değil. Yukarıda aktardığım satırlara birkaç cümle daha eklemek istiyorum aynı yazıdan.

‘Bu tür kritik dönemlerin en büyük riski, geçiş sürecinde kendisine gereğinden fazla anlam yükleyen yapıların, günü geldiğinde sistemin sahibi olma hesaplarına girmesidir. Türkiye’nin yakın geçmişinde buna dair can sıkıcı pek çok örnek var. Hepsi eninde sonunda bir şekilde tasfiye edildi. Bugün de aynısı olacak, kimse kuşku duymasın.’

Türkiye, geçmişe filan dönmüyor. Değişim, ortak aklı yaralayan ve onu parçalayan yapıları tasfiye ediyor. Tekrar eski dengelere, eski aktörlere dönülmesi imkansız. Buna şu saatten sonra her şeye muhalefet edenlerin bile cesaret etmesi imkansız.

Burada belki de en önemli nokta, geleceğe doğru yürürken, vazgeçilmez sandıklarımızın listesini bir kez daha gözden geçirmek. O zaman göreceğiz ki ben olmazsam tufan diyenlerin sayısı bir hayli fazla. Biz olmasak da yürüyor, eninde sonunda birileri değişimin öncülüğünü üstleniyor. Bensiz olmayan diyenlerle dolu tarih. Olduğunu bize anlatarak yazıyor tüm bunları.