Yeter artık işimize bakalım!

17 Aralık’ın gelişi 7 Şubat’tan belliydi evet.

Ki evveli de var bana göre.

Oslo sürecinde, Ergenekon-Balyoz gibi haklı davaları tartışılmalı hale getiren hukuksuzluklarda, KCK’da kurunun yanında yaşı da yakan toptancılıkta, kuşku gerektiren akut olayların toplumun sinir uçlarıyla oynarkenki ısrarında beliren alametler hayra yorulacak cinsten değildi. İyice ortaya çıktı ki sonuna kadar da su-istimal edilmiş.  

Elbette sivil siyasete, halk iradesine kast eden, bedenlerini kaldırımlardan hala kaldıramadığımız güvercinlerimizi öldüren ve katillerini yargıdan kaçıran bir yapıyla mücadele zarureti vardı, durum acildi. Lakin bu mecburiyet hali, bir yapıyı tasfiye ederken başka bir yapıya teslim olmamak için dikkat ve tedbir gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmıyordu, kaldırmıyor.

Olan oldu. O ilk şaşkınlık ve hayal kırıklığı atlatıldığına, örülmüş çorabın boyutları görüldüğüne ve söküm planı yapıldığına göre enseyi karatmaya gerek yok.

Ama yaşananlardan devşirilen tecrübeyi değerlendirmek de şart. Nedir o? Bir kez daha ifrat-tefrit sarkacında savrulmamak, yaşın yanında kuruyu da yakmamak, siyasi ve hukuki meşruiyetten zinhar vazgeçmemek ve “can havli hali”ni bir an önce terk etmek, sakinleşmek. 

İki noktaya dikkat

Sistem krizi temayülü gösterse de 17 Aralık’ın en fazla riske ettiği yer çözüm süreci. Bunun böyle olduğu, masa devrilse diye elini ovuşturanların 2013’te olduğu gibi şu bir aylık süreçte de en fazla orayı kurcalıyor olmalarından belli.

Süreçte hedefe konan öncelikle iki nokta var:

Biri, bu sürecin esasen iki siyasi irade sayesinde yürüyor olması ve o alanlarda belirecek zafiyet ya da hakimiyet kaybının bedelinin sürecin akıbetini doğrudan etkileyecek olması. Ki gözlendiği üzere Kürt siyasi hareketinin itidali elden bırakmaması kışkırtmaları azaltmıyor, bilakis.  

Diğeri ise, 30 yıldır terörle mücadele eden, 20 yıldır da çözüm için görüşmeler yapan devletin ilk kez bunu bu bütünlükte ve kararlılıkta yürütüyor olmasının şartlarına oynanması. Bugün çözümü mümkün kılan, 11 yıllık AK Parti hükümetlerinin sorunu doğuran sebepler üzerinde yürüttüğü sistematik siyasetlerin meyve verecek olgunluğa nihayet gelebilmesidir. Ekonomik ve siyasi istikranın sağlandığı, meseleye dair paradigmaların değiştiği, denkleme giren iç-dış bütün aktörlerin ve faktörlerin tek tek dönüştürülerek sonucun değiştirildiği yerdir çünkü çözüm süreci. Bu netice üzerine başlayabildi süreç. Kaldı ki toplumun çözüm isteğinin büyük bir desteğe dönmesinin nedenlerinden biri de budur. Ülkedeki istikrarın, kararlılığın ve sağlamlığın kuşkuları gideren ve güveni pekiştiren etkisi asla azımsanmamalı.

Pabuç mu bırakacağız?

Emniyet ve yargı cuntasının sistemi kilitlemek, halk iradesini çete lehine gasp etmek ve Hükümeti aciz kılmak için başlattığı 17 Aralık operasyonunun süreci bu noktalardan riske ettiği de bir gerçek.

2013’ün tabutsuz ağıtsız geçmesini sağlayan irade olmanın bedeli ödetilmek isteniyor halihazırda Başbakan’a.

Ne zaman yapılıyor peki bu suikast?

Komşular cayır cayır yanıyorken, savaş sınırımıza dayanmışken, bölgenin yüzyıllık tarihi şekillenirken, az ötemizde tetiklenen mezhep fay hatlarının titreşimleri buralara kadar gelmişken. Başka hiçbir şey değilse bile, Türkiye’nin meşru hükümetini ve Başbakan’ını şu konjonktürde zan altında bırakıp savunma durumuna geçirerek meşgul etmek, iradesini iptal etmek, ülkenin birikimini, enerjisini ve zamanını tüketmek gibi apaçık bir kötülüktür yapılan.

Ciddiye almak ama pabuç bırakmamak lazım o yüzden.

Ülkenin sıkıştırılmak istendiği parantezden çıkalım bir an önce.

Çok işimiz var zira.

Çözüm sürecinin ilerletilmesi, demokratikleşmeye odaklanılması, AB’yle ilişkilerde yol alınması ve Hükümetin Meclisin bu konularda cesaretlendirilmesi ev ödevimiz olsun hepimizin.