Yıldız Sarayı’nda son cuma

Tarih 23 Nisan 1909 Cuma. Yıldız’daki bu son Cuma selamlığı buram buram hüzün kokuyordu. Geçmiş yılların Cuma selamlıklarının haşmetinden eser yoktu. Yeri göğü tutan “Padişahim Çok Yaşa!” bağrışları... O nişanlar, apoletler, sırmalar içinde sıra sıra dizilmiş askeri, ilmi, mülki erkan... Yalnızca Osmanlı mülklerinden değil, dünyanın dört bucağındaki yüz milyonlarca Müslüman’ın temsilcisi onlarca kişinin, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olan faninin, “mutluluk veren selamına” nail olabilmek için saatlerce iki büklüm bekledikleri Cuma selamlarının debdebesi, haşmeti... Nerede şimdi!!

Günlerdir mabeyindeki kadrolar bile boştu. Mabeyin Başkatibi Ali Cevat Bey’e özür haberleri, mazeret bildirileri geliyordu birbiri ardına. Görmüş, geçirmiş, nice olayı Abdülhamid Han’ın yanı başında izlemiş olan Ali Cevat Bey, dudaklarında hazin bir gülümseyişle bu “affınıza sığınarak”, diye başlayan bin bir dereden su getirerek mazeret üzerine mazeret yığan muhteremlerin Cuma selamlığına neden katılamayacaklarını açıklayan kısacık bildirimlerini dosyalıyordu. O sayısız salonları dolduran, günlerini taş taş üstüne koymayarak geçiren, sadece bağlılıklarını bildirmek için Yıldız’da dolaşan, o sakalları göbeğinde olanlardan bıyıkları terlememişlere kadar sıra sıra, yaş yaş, meslek meslek yüzlerce hatta binlerce kaltaban nereye gitmişti şimdi?

Sultan bunların farkında değilmiş gibi ağırbaşlı, sakin, çevresi yine mahşeri kalabalıkmışçasına eliyle selam vererek saltanat arabasıyla Hamidiye Camii’ne gitti. Parmakla sayılacak kadar az sayıda topluluğun dini görevi yerine getirmesini Hünkar Mahfilinde bekledi. Devlet büyüklerine ayrılmış, daha düne kadar hıncahınç dolu olan boş yerlere başını çevirip bakmadı bile. Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi’yle konuştu az-biraz.

Kadere boyun eğenlerin artık hiçbir dış darbenin yıkamayacağı sükun hali vardı üzerinde. Bu manzarayı izlese, insanın aklına ister istemez, Koca Ragıp Paşa’yı rahmetle andıktan sonra şu sözleri gelmez mi?

Geldi mi yağma günü, dostlar düşmanları hayrette bırakır.

Allah hiçbir yerde eserinin çöküşünü göstermesin...

Bu Sultan Abdülhamid Han’ın son Cuma selamlığıydı Yıldız Sarayı’nda. Meclis dört kişi yolladı saraya: Arif Hikmet Paşa, Dıraç Mebusu Esad Paşa Toptani, Selanik Mebusu Emanuel Karasu ve Aram Efendi. Arif Hikmet Paşa Gürcü’ydü! Aradan yıllar geçecek Padişahın ihsanlarıyla para pul sahibi olan, yaverliğe yükselen bu paşa mecliste Arnavutluk olaylarıyla ilgili vefadan söz etmeye kalkınca, Reşit Akif Paşa “Hayatta herkes vefadan söz edebilir ama siz edemezsiniz!” diyecek ve bu laflar bir tokat gibi patlayacaktır suratında Gürcü paşanın. Dıraç Mebusu Esad Paşa, daha sonra, Arnavutluk’un ayrılış hareketlerine gizlice katılacak ve daha ne herzeler yiyecekti! Sultan onu jandarma erliğinden paşalığa kadar yükseltmişti. O son gün padişaha dik dik bakarak “Millet seni hal’etti!” diyecek kadar küstahlaşmıştı sultan sofrasının kemik yalayıcısı! Padişahın “hal’edildiğini” bildiren bu dört kişiye tekrar döneceğim ki günümüz insanı “vefanın” çoklukla İstanbul’da bir semtin adın olduğunu unutmasın...