Yıllar, gölgeler, çatılar

Çapa'da,asansörsüz yüksek çatılara çıkmak benim için kendimi aşmaya değer bir işe dönüştü artık. Dördüncü kattan sonraki her kat için kendime madalya takıyorum. Sonra başka bir şey oluyor. Yedinci veya sekizinci kattan, çatıdan, etrafa bakıyoruz Burak'la... Her katta dünyanın sesleri biraz daha azalıyor, çatılarda başka bir dünya hüküm sürüyor. Biraz ötede Saray Meydanı, hem Osmanlı hem Bizans döneminde Saray mahalli... Her sokak Abdal dolu, Baba dolu, Fatih Sultan'ın Ordusunun önünde ilk bunlar girmiş derler Surlardan içeri, silahsız, pusatsız, eyersiz, boyunlarında asılı bir Mushaf, o kadar... Abdal, bedel demek... Zamanı bu isimsiz adamlar tutuyor şehrin üstünde...

Çatılardan bakınca aşağıda kalıyor; talebeler, mülteciler, kaçaklar, işçiler, yoksullar, tekerlekli bavullar, hayat kadınları, bilim adamları, sarhoşlar, bankalar, dilenciler, yardım dernekleri, hasta yakınları, tıbbi malzeme depoları, lokantalar.. hepsi aşağıda kalıyor... Arapça, Rusça, Farsça, Kürtçe, Türkçeyle iç içe bir sürü alfabeyle Çapa, eski Babil'i andırıyor, bir gürültü ormanı... Oysa çatılardan bakınca bir başka okunuyor şehrin alınyazısı, minareler gökleri mi tutuyor yoksa bizleri mi, Çapa'nın kalbinde tüm ihtişamıyla Kelime-i Şehadet duruyor. 

Neredeyse Bizans döneminden kalma tuğlalarla, naylon torbalara sarılmış bacalar, üzerinde ot bitmiş yaşlı briketlerle, plastik eklemler, taklacı güvercinler, etrafı velveleye veren martılar, yasadışı küçük çatılarla yasaiçi büsbüyük gökdelenler, bacalar, antenler, baz istasyonları... Sanki Calvino'nun Görünmez Kentlerinden birisindeyiz gibi...

"Yahu" diyorum. "Ne kadar çok pencere var, ne kadar çok ev, ne kadar çok hikaye, sadece bir sokağını sevsem ömrüm yetmez..." Üst katlara çıktıkça böyle oluyor demek ki, daha fazla susuyor insan, kaderin devasa ve belki çepersiz engin çayırlarını içinizde hissediyorsunuz. Şehirden ve gürültüden uzaklaştıkça başka dingin bir kıyıya varıyor içiniz. Sanki bir okyanusun kenarındaymışsınız gibi... Yağmur Ormanlarını aşarken çok sevdiğiniz bir şairin ruhuna okuduğunuz Yasin Suresi gibi... Hafız'ın dediği gibi; "bir iç çekiştir hayat"...

Fani, titrek bir tüy, hatta cisimsiz, yer tutmayan bir gölge olduğunuzu öğretiyor çatılar ve geçen yıllar... Vakitsiz çalınca telefonlar, kalbinize bir korku çivisi çakılıyor, zamanın ve mekanın kapıları olsa da içinden geçiverseniz keşke, hiç kimsenin henüz ölmediği günlere, hiç kimsenin henüz gitmediği zamanlara, herkes yirmi yaşındaymış, herkes sağ salimmiş, bir saniyeden bile az zamanda oluyor bu kırk yıllık gidiş geliş. Ruhunuzda bir saklı uzay var... Sessizce gidip geliyorsunuz yılın son gününde... İçinizden. Ve Telefon. Ah! Kim bilir kimdir giden? Her gidenle siz de gidiyorsunuz yavaş yavaş. Kısım kısım. Ölüm giderek aşina bir bahçeymiş gibi... Ölüm, kanatlarını açtıkça ihtişamı artan bir tavus kuşu gibi.

Yıllar da çocuklar gibi geliyor dünyaya. Yılların da insanlar gibi kaderi. Başı ve sonu var takvimlerin. Yaşınız büyüdükçe, Ninniyle Dua ne kadar da yakınmış, hatta içiçeymiş diyorsunuz. ''Elleri ayakları kınalı bebek'' diye başlayıp "Ruhuna Fatiha"yla bitiriyorsunuz; ''Ve laddalin amin''. Ah bebek. Şu yılların kalbini açsalar... Şu toprağın kara bağrını. Sessizce karın altında uyuyanları görseler... "Ah be Allahcığım" diyor bir Muhacir kız... "Bağışlayıver bizi, affet bizi hey koca Rabbimiz, baksana biçilmiş çayır gibiyiz, bizim başımızdan ölüm geçti, öldük de geldik huzuruna"...

Bağış dilemek için Tanrı'dan ölümü beklemek gerekmiyor oysa... Doğmuş, dünyaya gelmiş olmak yeterli...

İnsan olmak, bir dağı yüklenmek gibi bir şey...

Benim nazarımda dünyanın uzunluğu; Kabe'nin Rüknü Yemani köşesinden, Hacerül Esved taşına kadar olan mesafe kadar; Rabbena Atina Fiddünya haseneten...

Rabbimiz bize dünyada ve ahirette iyilik, güzellik, kolaylık ver, bizi ateşin azabından koru, bizi iyilerle birlikte cennetine koy. Ne olur...