Bekaa Vadisi’nde tören kıtasıyla karşılananları, gül alıp gül verenleri, postu Fransa’ya serip “Büyük önder Öcalan” diye yaltaklananları geçelim.
Bir kısmı Silivri’de çile dolduruyor.
Pardon, askerlik yapıyor.
Hangi saik ve endişeyle “Orman yakan vandal Türk ordusu” diye manşet attıklarını, hangi dürtüyle “Kürdistan’a özerklik” istediklerini, ne halt karıştırmaya Bekaa’ya gidip (şimdiki ifadeleriyle) “terörist başıyla” milletvekili pazarlığı yaptıklarını kendileri anlatsın...
Bugünkü pozisyonlarına bakarak çıkardığımız sonuç şu:
Bunlar kan döken PKK’yı seviyorlar...
Sınır dışına çekilmek ve makul bir vadede silah bırakmak isteyen PKK’dan ise nefret ediyorlar.
Bölünmeden yana tavır koyan, “Kürt-Türk” ayrışmasına dayalı siyaset güden, “Türkiye Kürdistan’ı da bir gün bağımsızlığına kavuşacaktır” diyen Öcalan’ı kabule şayan buluyorlar.
Misak-ı milliye vurgu yapan, Türkiye’nin bütünlüğünü savunan, “Bizi bölmek isteyenlere karşı” dinden neşet eden değerleri hatırlatan, “Çanakkale’de birlikte savaştık” diyen Öcalan’ı ise “Erdoğan’a satılmakla, davaya ihanet etmekle, emperyalist ülkelerin oyununa gelmekle” suçluyorlar.
Bir dönem “Maoculuğun bayraktarlığını” yapıyorlardı.
Esasında resmi ideolojinin açtığı alan içinde eğleşiyorlardı.
Demokrasiyi “vatana ihanet” sayan üniformalıların gölgesinde oynanan bir tür “danışıklı devrimcilik oyunu...”
Pol Pot rejimi kuracak, devrime ihanet edenleri “ölüm tarlalarına” süreceklerdi.
Kafa buydu.
Pazarlıkta anlaşamayınca “Kemalist burjuvazinin işçi sınıfını ezdiğini”, Kurtuluş savaşının “Yunan emekçilerinin zaferi” olduğunu, Kıbrıs’a çıkarma yapan Türk ordusunun adada “işgalci” bulunduğunu seslendirmeye başladılar.
PKK sahne alınca, “Kürtçülüğe” meylettiler.
Kürtlere özerklik verilmeliydi.
Hatta bağımsız bir Kürt devleti kurulmalıydı.
Bu dileklerini de elbette “barış” sözcüğüyle kılıflıyorlardı.
Barış için ön koşul operasyonların durması, güvenlik güçlerinin bölgeden çekilmesiydi.
Böyle şeyler yazıyorlardı...
Derken, 28 Şubat geldi ve yeniden Kemalizm’i keşfettiler.
Orman yakan vandal Türk ordusu gitmiş devrimci Türk ordusu gelmişti.
Erbakan hükümeti düşürülmeliydi.
Devrim kanunları “derhal ve acilen” uygulanmalıydı.
Başörtüsüne geçit verilmemeliydi.
İlericiler savaş vermek için daha ne bekliyordu? Onların tankları vardı...
Elan Silivri’de mevkuf bulunan zat, genel yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını yaptığı dergide şu tür şeyler yazıyordu: “Onların başörtüsü varsa, ilericilerin de tankları var.”
Dediğim gibi, bunları geçelim...
Bunları geçelim de, daha düne kadar “barış” sözcüğünü ağzından düşürmeyen “aydın-sanatçı-gazeteci” triosunu nereye koyalım?
İşte Tarık Akan Üregül...
Bu arkadaş, “ideolojik dönüşümünü”Yılmaz Güney’e borçlu olduğunu söylüyordu... Devrimciliğini, solculuğunu, demokratlığını, hatta Kürt düşkünlüğünü ondan tevarüs etmişti... Yılmaz Güney’in yasaklı olduğu dönemde “Yol” filminde oynamış, acayip de sükse yapmıştı.
Üstelik, barış sever bir sanatçıydı.
Mitinglerde onu görüyorduk.
Basın toplantılarında onu görüyorduk. Nümayiş ve yürüyüşlerde onu görüyorduk.
Bu hususiyetlerine bakarak, rahatlıkla, “çözüm sürecini destekleyen sanatçılardan biri” sayabilirdiniz onu.
Hayır, Tarık Akan Üregül dostumuz mutsuz.
Ve müthiş endişeli...
Buyurmuş ki, “Ülke felakete gidiyor. Ülkemiz bir faciaya gidiyor...”
Denilebilir ki, “Ey Tarık Akan Üregül, bu kadar kan dökülürken ülke felakete gitmiyordu da, barış ihtimali belirince mi ülke felakete gidiyor?”
Bunu demeyelim...
Şunu diyelim:
Neredeyse bütün hayatını ve ideolojik dönüşümünü borçlu olduğun Yılmaz Güney mezarından kalkıp gelse, yüzüne nasıl bakacaksın?
Pozisyonunu nasıl izah edeceksin?
Darbeleri desteklemeyi “solculuk” sanabilirsin...
Hadi bunu anladık...
Barıştan korkmayı hangi yüzle ve sıfatla “solculuk, devrimcilik, barış severlik” diye pazarlıyorsun?