Yo dostum yo, bu yaptığın muhalefet değil

90’ların başında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinde eylem yapan, protesto için kapı cam kırıp bir şeyleri yakan, hocaların odalarını basıp yüzlerini muştayla parçalayan “öğrenciler” hep aynıydı. Bu öğrenciler derslere girmezdi, ellerinde ders kitapları olmazdı.

Kantinde ikamet ederlerdi. Kantinin bir tarafını “sağcılar”, diğer tarafını “solcu”lar işgal etmişti. Üçer beşer masaları vardı, kalabalık oturur, gürültülü konuşur, ortamı terörize ederlerdi. Atışmak, birbirlerine masa sandalye fırlatmak, etrafı örgütsel dokümanlarla donatmak ve her sonbaharda okula yeni gelen öğrencilerden birkaç kaçını ağlarına düşürebilmek için performans sergilemek yaptıkları sporlar arasındaydı. Onlarla konuşmak pek mümkün değildi, adandıkları ideolojiyi birkaç ezber cümleden öteye anlatamaz, başkaca yorum yapamazlardı. 

Hem kantinde dört bacağı sağlam masa sandalye olmadığından, hem bir bardak çay, bir kaşarlı tost almak için bile kantine girmek belli bir riski göze almayı gerektirdiğinden okulun diğer öğrencileri -toplam sayı 1000’di sanırım- kantini onlara -50-60 kişiydiler- terk etmiş gibiydik.

Böyle böyle o okulda önce dört, sonra üç yılım geçti. Master yaparken bir yandan da bir televizyon kanalında yüksek bir tempoyla çalışıyor, inandığım ve itiraz ettiğim konularda tabiri caizse “cayır cayır” işler çıkarıyordum. Yüksek lisansı tamamlayıp okuldan temelli ayrılacağım gün, kantinde çay içerek vedalaşmak istedim okulumla.

Tam kadro oradaydılar! Yedi yıl geçmiş, biraz daha yaşlanmışlardı, o kadar...

***

Onların eylemlerini, çıkardığı olayları medya “Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri” diye haberleştirdiğinde hemen herkes bozulurdu. Onlar “bizden” değildi, kayıtları varsa bile öğrenci sayılmazlardı, temsil yetkileri yoktu ama bizi zan altında bırakıyorlardı, eylemlerini tasvip etmiyorduk ve üstelik söz konusu gelişmeyle ilgili bizim görüşlerimizin, itirazlarımızın üstünü örtüyor, bütün bir fakülteyi saçma sapan ve sığ bir slogana ve şiddet eylemine indirgiyorlardı.

***

Geçen hafta ODTÜ’de bir grup öğrenci Başbakan Erdoğan’ın kampüse gelişini protesto etmek için afişler, sloganlar, taşlar, sopalar ve araba lastikleri hazırlamış. Polis de müdahale ihtimalini öngörerek ama abartarak hayli kalabalık ve donanımlı olarak bulunmuş olay mahallinde. Ve beklenen olmuş. Onlarca yaralı öğrenci ve polis var. Türkiye de bir kez daha “şak” diye ortadan ikiye ayrıldı ve hararetle bunu tartışıyor ama yine herkes kendi kampından ve yine ezbere.

Hâlbuki sormak lazım değil mi, bütün ODTÜ’lüler böyle mi düşünüyor? “Tam bağımsızlıkçı” çizgisiyle övündükleri ODTÜ’nün bu bir avuç eylemci öğrencisi tamamı yerli yapım olan bir uydunun uzaya fırlatılışından neden rahatsızlık duymakta? Hem hiçbir başbakanın protestodan hoşlanmadığı, hoşlanmayacağı, hem de Türkiye’de bütün toplumsal olayların ilk olarak üniversitelerden ateşlendiği gerçeği ortadayken ve siyasi-idari hataları eleştirirken takınılan sakınımsız tavır neden şiddeti yücelten 68 kuşağı söylemiyle genç insanların araçsallaştırılmasına da yöneltilmez?  

***

Bostancı Gösteri Merkezi’nde de muhalif bir organizasyon tertip edilmiş. Tertip edenlerin amaçları siyasi iktidarın ne kadar tahakkümcü olduğunu dünya aleme ilan etmek. İyi güzel. Lakin tutmuşlar kendilerine sanki tek tek tüm sanatçıları temsil ederlermiş gibi “Sanatçılar Girişimi” demişler. Hem tahakkümcü, hem indirgemeci olduklarından bihaber olarak... “Sanatçı” (!) Levent Kırca da salondan erken ayrılan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu eleştirmek için yazmak istemediğim pespayelikte edepsiz, cinsiyetçi, şiddet içerikli sözler etmiş.

Ezcümle; tüm bu sığ ve basit eylemler hem tahakkümcü ve indirgemeci özellikler taşıyor hem sağlıklı, tutarlı ve etkili muhalefetin önünü kesiyor. Gerçek muhaliflerin önce buna itiraz etmesi gerekmez mi?