Yoğurt yiyiş farkı

Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasındaki yoğurt yiyiş farkından bahsediyorum.

Böyle bir fark, şu anda bile medyaya yansıyan duruşlarda gözlemleniyor. AYM kararları, Twitter - Youtube yasakları, dış komplo değerlendirmesi, yolsuzluk iddiaları ve paralel yapı söylemi...  

Bu fark, Erdoğan ile Gül’ün aynı hükümet içinde bulundukları sırada da söz konusu idi, bildiğim kadarıyla. Mesela uluslararası temaslarda Gül, “Masa altından vuruşlar”la Tayyip Bey’e “Aman dikkat” uyarıları yaptığını söylerdi. Belli ki iki lider arasında karakter farkı var ve bu, aynı kadro içinde birbirini tamamlayan bir mahiyet arz ediyor. Tayyip Erdoğan’ın “başat karakter”i de önemli, Gül’ün “teenni” dili de. Ben kendi içimde bazen, “Tayyip Bey’in bu başat dili olmasa bazı şeyler yapılamazdı Türkiye’de” demişimdir. Ama bazen da, “Gül’ün teennisi”nin ortamı durulttuğuna tanık olunmuştur. Dediğim gibi aynı hükümet içinde bunlar, birbirini tamamlayan veya tashih eden davranışlardır.

Şu da söylenebilir ki Abdullah Bey, Tayyip Bey’in “eşitler arasında birinci” rolünü ya da bir adım öndeki liderlik hakkını her zaman teslim etmiştir.

Ama, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık gibi iki ayrı statü, ayrı yetki ve ayrı sorumluluk içinde aynı tamamlayıcı nitelik devrede olur mu?

“Kardeşlik” duygusu ve “Dava” yakınlığı, kurumsallaşmamış bir ilişki ortamında tüm problemleri halletmeye yeterli olur mu?

Yoksa Tarhan Erdem’in çok çarpıcı biçimde ifadelendirdiği gibi “Kızınız Sümeyye Başbakan olsa bile” arada problem çıkar mı? Yani bu iş, evlatla bile problem çıkaracak kadar sıkıntılı bir iş mi?

Doğrusu, zor bir iş.

Tayyip Erdoğan’ın “halk tarafından” Cumhurbaşkanı seçildiği, aldığı yüksek oy sebebiyle Cumhurbaşkanı’nın “sorumluluk taşımayan” bir yetki ile donatıldığı, yani Bekir Bozdağ’ın ısrarla seslendirdiği biçimde “Fiili yarı başkan” gibi hareket ettiği bir durumda, yarın seçimde yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını verecek olan Başbakan’ın durumu nasıl olur? Cumhurbaşkanı genel seçimlerde meydana çıkıp Hükümetle birlikte yaptıklarının hesabını vermeyeceğine göre Başbakan, seçimlerde “Fiilen sınırlı sorumlu” hale gelmenin savunmasını nasıl yapar?

Yetki karmaşası denen hadise nasıl aşılır?

Kamuoyu önünde gerçekleşen farklılaşmalar nasıl algılanır, kim altta kalma duygusu yaşar, altta kaldığı izlenimi veren, kendi kişiliğini nasıl savunur, medya altta kalanı nasıl dramatize eder, sonra ilişkiler nasıl mizah konusu olur ve ipler hangi kişilik savunması halinde kopar?

Görüldüğü gibi bunlar, hiç de aynı hükümet içindeki ilişkilere benzememektedir.

Bu ihtimaller Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiği, Başbakan’ın da AK Parti’den herhangi birisinin olduğu her durum için, az veya çok söz konusudur.

Kamuoyunda daha çok, Başbakanlığa Abdullah Gül’ün geleceği ihtimali üzerinde duruluyor ve problemin bu iki “dava arkadaşı” arasında ortaya çıkacağı ihtimali üzerinde duruluyor.

Aslında, Başbakanlığa kim gelirse gelsin, sistemdeki açık sebebiyle problem çıkma potansiyeli her durumda söz konusudur.

İşin ilginç yanı, bu problem muhalefet nezdinde sadece AK Parti’nin problemi gibi de görülüyor. Nasıl olsa Cumhurbaşkanlığı seçiminde favori AK Parti’nin göstereceği adaydır. Dolayısıyla muhalefette, “AK Parti Cumhurbaşkanını, Başbakanı seçsin, onlar arasında problem çıksın, biz de uzaktan onların birbirini yıpratmasına bakarak, gelecek kurgusu yapalım” gibi bir duruş gözleniyor. Yani muhalefetin CHP - MHP işbirliği içinde bir “ortak aday” çıkarma gibi arayışlarının da ciddi bir arayış olmadığı ortaya çıkıyor. Değilse, yukarda zikrettiğimiz sorun, seçilecek her Cumhurbaşkanı’nın Hükümetle ilişkide karşı karşıya kalacağı bir sorundur.

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, anayasa değişikliği çabalarında bu potansiyel riski partilere anlatmak için çırpındı durdu. Bu meselenin iktidar - muhalefet sorunu olmadığını da anlatmaya çalıştı. “Sistem sağlıklı işlemez” dedi. Ama, dediğimiz gibi, muhalefet, “Nasıl olsa Cumhurbaşkanı AK Parti bünyesinden çıkacak” alt şuuru ile konuya Fransız kaldı.

Şimdi sorun nasıl çözülecek?

Bugün, yarın, zaten yumurta kapıya geldi dayandı, Türkiye’nin en acil sorunu, bu potansiyel risk alanını sağlıklı hale getirmektir.

Ya parlamenter sisteme göre bir düzenleme, ona göre sorumluluğuna göre yetkileri olan bir Cumhurbaşkanlığı statüsü, ya halk oyu ile seçilen başkanlık - yarı başkanlık düzeni... Bu işi iktidar-muhalefet (muhalefetin en azından bir kısmı) birlikte yapacak, başka çare yok.