Yoksul olduğu sürece herkes ayrımcılığa uğrar

Hurdacının Hayatından Bir Bölüm adlı filmiyle 63. Berlinale’de Jüri Büyük Ödülü Gümüş Ayı kazanan Boşnak yönetmen Danis Tanoviç ile Berlin’de konuştuk.

Oscarlı Boşnak yönetmen Danis Tanoviç’in Hurdacının Hayatından Bir Bölüm adlı yeni filmi 63. Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü Gümüş Ayı kazandı. Filmde kendini canlandıran hurdacı Nazif Mujic de En İyi Erkek Oyuncu Gümüş Ayı Ödülü’nü aldı!

Sosyal adaletsizliği en minimal haliyle anlatan, hipergerçekçi bir film Hurdacının Hayatından Bir Bölüm. Tanovic, düşük yapan, kanaması olan ancak paraları olmadığı için ameliyat edilmeden evine yollanan iki çocuk annesi Senada Alimanoviç ve hayatını demir hurda toplayıp satarak kazanan kocası Nazif Mujiç’in öyküsünü gazeteden okuyup onlarla bu süreci canlandırdıkları bir filme imza attı.

Bosna’daki Barış Gücü’nün “iktidarsızlığını” konu alan “Tarafsız Bölge” adlı filmiyle Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı kazandıktan sonra uluslararası bir kariyer yapan Tanovic, yıllarca Avrupa’da yaşadı. Memlekete dönüşünde politikaya atıldı; karısı da okullar açtı. Tanoviç, “Üniversite de kurarsa ben artık Hollywood’a giderim,” diyor!

Tanoviç’e Bosna’nın durumunu sorduğumuzda verdiği cevap, çevirdiği filmde de kendini gösteriyor: “Bizim gündelik sağ kalma taktiklerimiz var, vizyonumuz yok. Soru, bu taktikleri daha ne kadar süre kullanabileceğimiz… Eğer birinin bir vizyonu olsa herkes onun işaret ettiği yöne gidecek”. Tanoviç’i ‘paran yoksa hayat hakkın yok’ diyen sisteme direnen yoksul ve dürüst insanlara çeken neden biraz bu…

Berlin’de konuştuğumuzda Tanoviç’in ödül beklentisi yoktu. “Bu filmi 30 bin Avroya yaptım, DSLR kamerayla çektim. Berlinale’den daha iyisi olamazdı. Çok mutluyum. Sinema mıdır, bu şekilde film yapmaya ne denir onu bile bilemiyorum. Reenact gerilla sineması mı bilemem. Biri adını koyar elbette! Ben bile böyle filmler izleyemiyorum, ancak festivallerde ya da Arte, France 3, BBC gibi kanallarda karşıma çıkarsa… Bu tarz sinemaya yer yok salonlarda ya DVD’si çıkacak ya televizyonlar satın alacak,” diyordu. Biz, İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini izleyeceğiz. İthalatını da İFF yapacak.

Doğu Avrupa sinemasında genellikle trajik öykülere konu olan Romanların, Boşnak asıllı Yugoslav yönetmen Emir Kusturica’nın filmlerindeyse şen şakrak halleriyle beyazperdeye yansıdığını hatırlattığımda Tanoviç’in cevabı çok net: “Trajik gerçek şu: Bence Roman oldukları için değil, yoksul oldukları için ayrımcılığa uğruyorlar. Herkesin başına gelebilirdi. Yoksul olduğu sürece herkes ayrımcılığa uğrar. Romanlar da yoksuldur genellikle ve evet ayrımcılıktan çekerler. Ama zengin olanları var ve iyi bir hayat sürerler! Göçebe yaşayanlar hep toplumun kurbanlarıdır. Kuzey Afrika’nın bazı göçebe kabileleri olsun Amerika’nın yerlileri olsun yoksuldurlar, bu yüzden ayrımcılığa uğrarlar. Eğer mavi gözlü doğsa Senada’yı tedavi ederlerdi de diyemem. Bunu bilmiyorum. Benim için onlar sadece insan. Onlara aşık oldum çünkü mücadele ettiler, onurlarını korudular. Bu yüzden filmi yaptım. Patetik değiller, çılgın, güçlü insanlar. Onları bu yüzden seviyorum. Roman olmalarının benim için önemi yok. Başlarına gelen büyük haksızlık, eğer benim karımı, çocuklarımın annesini ölüme terk etseler birini öldürebilirdim. Nazif sadece bir yol buluncaya kadar mücadeleye devam etti, uğraştı didindi”.

Tanoviç filmini dokuz günde tamamladı: “Benim için film yapmak bir aksiyondur, gerçekten düşünmem. Bir şeyi yapıyorsam yapıyorumdur. Bir koşturmacadır, bir aceledir gider. Bu filmde de gerçek hayattan kesitler var sadece… Nazif otomobili gerçekten kesti… Karı kocanın hastane kapısından geri çevrildiği iki sahne en zor olanlarıydı. Ben de nasıl olur o işler bilmem, doktor arkadaşlarımdan rica ettim, onlar oynadı. Mesela ‘Kusura bakmayın, size yardım edemem’ diyen kötü adam aslında dünya tatlısı bir insandır. En çılgın sahnemiz de çocukların hastanede azdığı, yaramazlık yaptığı sahne. Onları hastane koridorunda bir saat öylece beklettim, tabii ki çocuklar sonunda kudurdu. Aşağı yukarı koşturmaya başladılar. Eğer büyük kameralar kullanıyor olsaydık bu doğallığı yakalayamazdık. Değişik numaralara başvurduk. Benim de beş çocuğum var!”

Tanoviç’in Boşnak sinemasına dair isabetli tespiti de henüz bilmediği başarısını haberliyordu: “Yılda bir film yapıyoruz o da büyük festivallere gidip ödüller kazanıyor! Bir sinema anlayışımız var. Yılda yirmi film yapsak ne olacakmış?”