Yumuşak güç, sivil toplum ve gelecek

Türkiye’de dış politikaya dair her tartışma ya da gündem, bir şekilde bizi nasıl bir gelecek beklediği sorusunun parantezinde devam ediyor. Zaten temel soru ve sorun da bu: Etrafındaki hemen her gelişmeye bir şekilde ilgi duyan, çözüm masalarında kendisine giderek daha fazla yer ayrılan Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor.

Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Hakan Fidan’ın geçtiğimiz günlerde uluslararası bir dergide makalesi yayınlandı. MİT Müsteşarlarının bu tür yorum ya da analizlerle uluslararası dergilerde adının geçmesine pek alışık değiliz. Ancak makalenin içeriği bir yana, başlıbaşına varlığı bile Türkiye’deki değişimin yansıması olarak görülmeli.

İçine kapanan ve etrafıyla, aynı zamanda tarihiyle, değerleriyle bağlarını zayıflatan her ülkede, bizzat kendi insanını hedef alan bir güvenlik ve istihbarat anlayışı gelişir. Dışarıda ne olup bittiğinden çok, içeride dengelerin nasıl kurulacağı ve korunacağı önemlidir. Bu da doğrudan kendi halkını baskı altında tutan, neredeyse tüm politik kurgusu ve devlet aklı onları takip etmekle sınırlı bir rejimi ortaya çıkarır.

Bu durumun belki de en vahim sonuçlarından birisi, ülke içinde var olan sorunların, özellikle de etnik ve mezhebi fay hatlarının daha da derinleşmesi ve kırılgan hale gelmesidir. Bir kısır döngü gibi, rejim bu defa da bu sorunları baskı altına alarak çözmeye çalışır. Her şey daha da içinden çıkılmaz hale gelir.

Bu tabloya yabancı değiliz. İşte tam da bu nedenle MİT Müsteşarı’nın, Türkiye’nin gelecek perspektifini, hedeflerini ve yumuşak güç unsurlarını anlatan bir makaleyle dünyaya seslenmesi, Soğuk Savaş döneminin geride kaldığının ifadesi sayılmalı.

***

Elbette uygulamada çok ciddi sorunlar var. Yakın geçmişte yumuşak güç unsurlarını kullanabilme alışkanlıklarını neredeyse tümüyle kaybetmiş ya da zayıflatmış bir ülkeden söz ediyoruz. O nedenle bir sabah kalkıp tüm bunların değişmesini beklemek herhalde akıllıca olmaz.

Ancak özellikle sivil toplum alanında Türkiye’nin biriken enerjisinin, ilgilendiği coğrafyaya yansıması son derece önemli. İki bakımdan. Birincisi devlet dışı organizasyonlarla buralara gidebilmenin ciddi avantajları ve kazandıracağı derinlikler var. İkincisi, sivil toplum alanında biriken gücün/enerjinin ülke dışında değerlendirilmesinin rahatlatıcı bir yönü var.

Sözkonusu tespiti biraz daha açmakta yarar olabilir. Malum, bizdeki sivil toplum tecrübesini, Batı’dakinden farklı kılan birtakım nedenler var. Öncelikle bizde doğrudan devlet dışında ve devlete rağmen örgütlenmiş bir sivil toplum geleneğinden söz etmek çok kolay değil. Vakıfların geleneği farklı. Tarikat yapılarının böyle bir rol üstlenmesi en azından Osmanlı döneminde mümkün değildi. Cemaat olgusuyla ise tanışmamız neredeyse yeni sayılır.

Son birkaç cümlede saydığımız unsurların tamamen din merkezli yapı ya da algılar olduğu ortada. Yine toplamda bunların dünya tasavvurlarına baktığımızda ‘devlet karşıtı’ bir yerde konuşlanmaları da çok zor. Dini yapıların dışındaki sivil toplum geleneğimiz ise henüz çok cılız.

Her durumda Türkiye’nin yumuşak güç hanesine yazabileceğimiz unsurların, ülke içinde enerji biriktirmesi, güç kazanması, hatta iktidar üzerinde ciddi bir pay sahibi olması bir yere kadar makul karşılanabilir. Ama bir yerden sonra eski deyimle ‘Saltanatın tecezzi kabul etmeyeceği’ gerçeği tecelli ediyor. Sözlüklerle yorulmayın; iktidar ortak kabul etmez gerçeği ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin bu enerjiyi bölgesel ve küresel ölçekteki iddiaları için yeniden tarif etmesi ve bir hedef ortaklığı ile yola devam etmesi, herkes için en makul çözüm olsa gerek.