Yüzleşmekten ne kadar kaçabiliriz?

Çağan Irmak, ‘Dedemin İnsanları’nda geçmişten bugüne öyle çok öyküyü iç içe anlatır ki, en azından kendi payıma her seyredişimde bir yenisini keşfediyorum. Girit’ten göç eden Mehmet’in öyküsü, nedense yarına dair korkularla doldurdu içimi son defasında.

Nedeni uzun belki, ama bir o kadar da çıplak ve yalın. Yerleşik olanla göç edenin çatışması bugün ortaya çıkmış değil. En kaba ifadesiyle insanlığın tarihi kadar eski. Ama artık olup biteni bunlarla izah etmek mümkün değil ne yazık ki.

Giritli Mehmet’in torunu, sadece dünden bugüne gelen bir çatışmanın değil, daha kötüsü, her gün yeniden üretilen ve tırmandırılan bir öfkenin girdabında savruluyor. Girit göçmenlerinin fısıltıyla ‘gavur’ diye adlandırıldığı bir ortamda öfkesini, kendi yaşıtlarıyla birlikte bir başka göçün kurbanlarından çıkarıyor. Kürtlerin yaşadığı kenar mahallelere arkadaşlarıyla baskın yaparken, Giritli Mehmet’in dükkanında çırak olan küçük bir Kürt çocuğu taşlanırken aynı öfke akıp gidiyor.

‘Çocuk bunlar, olur’ deyip geçenlere ‘Çocukluğu mu kalmış bunun’ cevabını vererek uyarıyor bizi Giritli Mehmet. Bu öfkenin, bu aymazlığın, ötekileştirmenin bizi gün gelip nereye sürükleyeceğini söylüyor. Bu kin ve nefret tohumlarının tam da çocukların içinde filizlenip büyümesinden korkmamızı söylüyor bize.

Bizler, kendisine bir şekilde ekranların, gazete köşelerinin teslim edildiği insanlar; sahiden ama sahiden canımız acıdığı için mi konuşup yazıyoruz?  Bilip bilmemek bir yana, söylediklerimizle yüreğimiz arasında bir bağ var mı gerçekten? Giritli Mehmet’in küçük bir Kürt çocuğuna yüreğini açması bize ne söylüyor?

Türkiye’de Kürt sorunu diye adlandırdığımız ve neredeyse zihinlerde canavara dönüşen devasa alanda, belki her şeyi söylüyor, her şeyi konuşuyoruz da, kimin yüreğinde neler biriktirdiğini ve bunun gün gelip nereye taşabileceğini görmüyoruz.

İster kendisini bu sorunun tarafı ilan edenler olsun, ister bir şekilde çözüm adına gayret sarf edenler; fark etmez. Her sözün, atılan her adımın ve yapılacak her hamlenin öncelikle gönül testinden geçmesi, samimi, sahici ve yürekten olması gerekiyor.

Varsın canımız acısın. Bu bizi öldürmez. Hatta canımızın acıdığı, yüreğimizin yandığı yerden konuşmayı öğrenebilirsek, işte o zaman canı yananların, yüreklerine ateş düşenlerin halini anlamak, onlarla aynı dili konuşmak mümkün olabilir.

Adının etnik ya da dini söylem olması fark etmez. Kürtler adına söz söylediğini iddia edenlerin, sahiden canı yananlarla, yüreği olanlarla, yüreğinden bir şeyler kopanlarla hemhal olduklarını hiç sanmıyorum. Hesap, kitap, çıkar, denge ve aklınıza ne gelirse hepsini dikkate alanlar, söz konusu olan yürek olunca ortadan kayboluyor.

Kimse burada bizi bekleyen gerçekten kaçamaz. Kimse kendisini hepimizi yakıp kavuracak bu ateşin dışında kalacak diye avutamaz. Hiç kimse, ama hiç kimse paylaşmadığı, hissetmediği ve yaşamadığı acılar üzerinden kimsenin derdine deva olamaz.

Bize lazım olan yürektir, canının en çok acıyan yerinden, ama herkesin acıyan yerlerine merhem olsun diye konuşmaktır. Biriken öfkeleri, her gün kabaran nefreti bir parça olsun yatıştırmanın tek yolu; seviyormuş gibi, acıyormuş gibi, yüreği yanıyormuş gibi davranmaktan vazgeçmektir.

Kendimizle yüzleşme zamanı. Yürekten ve canımızı acıtarak. Yoksa çok geç olacak.