Zaferin içinde kaybedenlerin öyküsü

Çanakkale Savaşı içindeki bir aşk hikayesini anlatan Son Mektup filminin güzel oyuncusu Nesrin Cavadzade “Çanakkale Zaferi’ni anlatırken hayatını yitiren askerlerimizin de öykülerini es geçmedik. Çünkü bu zafer birçok kaybedişin de öyküsü” diyor.

Son zamanlarda sinema adına güzel şeyler yapıldığı görülüyor. Geçmişte çekilen dönem hikayeleri çocuk oyununa benzerdi. Şimdi daha ehil ellerde başarıyla kotarılmaya başladı. Son dönemin en başarılı kadın oyuncularından Nesrin Cavadzade de işte böyle bir filmde oynamanın gururunu yaşıyor. Çanakkale Savaşı içindeki bir aşk hikayesini anlatan Son Mektup için Cavadzade “Senaryoyu okuduğumda, savaşın bir kazananının olmadığını, insan ruhu için çok ağır bir yük olduğunu, hiç tercih etmediğimiz halde zaman zaman buna sürüklendiğimizi ve çok ağır bedeller ödediğimizi gördüm” diyor.

- Senaryoda gönlünüzü çelen ne oldu?

Bir savaş hikayesini anlatıyor olmasına rağmen, zaferin içinde kaybedenlerin hikayesine dokunması. Çanakkale Zaferi bu topraklar için çok kıymetli bir zafer ama aslında bir kaybedişin öyküsü. İsimsiz birçok kahramanı var, onlar bazen ellerinde bir son mektupla kalakalmış... Birçok şey kazanılmış gibi görünürken aslında bir hayat, bir aşk, bir sevda kaybedilmiş belki. Benim oynadığım Nihal Hemşire karakteri Balkan Savaşı’nda bütün ailesini kaybetmiş, çok fedakar, cesur, yürekli bir kadın.

İNSAN İÇİN AĞIR BİR YÜK

- Savaşın kazananı var mıdır? Herhangi bir savaşın?

İşte film bence bunu anlatıyor. Bilmiyorum, belki de senaryoyu ben böyle yorumladım ve belki de yanılıyorumdur. Okuduğumda, savaşın bir kazananının olmadığını, insan ruhu için etik açıdan çok ağır bir yük olduğunu, hiç tercih etmediğimiz halde zaman zaman buna sürüklendiğimizi ve çok ağır bedeller ödediğimizi gördüm.

- Film sonuçta bir Çanakkale Savaş filmi. Sonunda bir mesaj ve umut çıkması lazım. O umut sizin oynadığınız karakterde nerede duruyor?

Galiba Nihal’in o çocuğu alıp büyütmesinde. Sonuçta çocuk savaş mağduru. Nihal de tüm değer verdiklerini savaşta yitirmiş biri. Fuat’ı yani o sahipleneceği çocuğu gördüğünde aslında kendini görüyor. Ona sahip çıkıyor, büyütüyor. Bir savaşın içinden alınıp yüreğe bastırılan bir çocuğun büyüyünce ne olduğunu görüyoruz. Yani gelecek nesilleri görüyoruz. Umut orada, gelecek nesillerde her zaman. Dil, din, ırk ayrımının yapılmaması gerektiğine gerçekten derinden inanan çocuklarda umut var diye düşünüyorum.

HER ŞEY BİR RİTÜEL GİBİYDİ

- Dönem filmlerinde oynuyorsunuz. Bu kültüre ne gibi şeyler kattığınızı düşünüyorsunuz?

Kültüre bir şey kattığımı sanmıyorum ama rolü kabul ederken heyecan duydum. Bana hep ‘Sen aslında dönem karakterlerini çok iyi oynarsın’ derlerdi. Bizim hayatımızda kimse birbiri için gerçekten zaman ayıramıyor. Fakat filmde öyle bir ilişki var ki... O hengamenin içinde birbirleriyle ilgileniyorlar. Bütün yürekleri ile birbirlerini dinleyebilen insanlar anlatılıyor. Benim kendi tempom var ve replikleri okurken kendi tempomda okuyordum. Dediler ki, ‘Nesrin... Yavaş... Yavaşla...’ Zaman orada başka türlü akıyordu. Beni mesela en çok heyecanlandıran şeylerden biri buydu, o zamanın içinde olmak... Her şey bir ritüel gibiydi. Çay içmeleri, sohbet etmeleri, hastanenin bahçesine inmeleri... Her şeyin bir ağırlığı vardı. Bunu deneyimlemek çok güzeldi.

BU İŞLER HERKESE NASİP OLMAZ

- Sinemada genç yıldızlar içerisindeki en üretken isimlerden birisiniz. Bu tempo nasıl gidecek?

Ben sinema yapmak istiyorum. Kendimi televizyondan ziyade sinema oyuncusu olarak görüyorum. Aslında daha önce pek yürünmemiş bir yoldan yürümek istiyorum. Evimin dört duvarı arasında oturup, dünyanın en büyük oyuncusu olacağımı iddia edemem. Bunun için film yapmam lazım. Yaptıkça ustalaşır insan. Ama mesela her sene iki-üç filmde oynayacağımın garantisi olsaydı, sadece bunu yapardım. Çünkü sinemayı çok seviyorum. Geriye baktığımda kimseye kolay kolay nasip olmayacak işlerde yer aldığımı düşünüyorum. Böyle devam etmek istiyorum.