Pazar günlerini Okuyucuların görüş ve eleştirilerine ayırdığımız bu sütunda bir Hasbihal'e daha hayırlı çalışmalar dileği ve selamlayarak başlıyoruz:
Suriye'deki son gelişmeler üzerine, bir çok okuyucu mesajına, ayrı ayrı değinmek yerine genel bir değerlendirmek yapmaya çalışalım..
'Suriye Mes'elesi' yeni başlıyor değildi ve bu satırların sahibinin bu konuya ilgisi de, 1960'lı yılların başından beri hep vardı.. O tarihten öncesine dair bilgilerimiz ise, Osmanlı sonrasına siyasî tarih kitaplarından öğrendiklerimizle şekilleniyordu..
400 yıldan fazla bir zaman diliminde, Osmanlı Devleti'nin hâkimiyetinde, elbette müslüman unsurlar başta olmak üzere, başka dinlerden topluluklar da, can-mal, ırz ve namuslarının dokunulmazlığı açısından bir ayrım gözetilmeden yaşıyorlardı. Ama, Osmanlı Devleti'nin çöküşüne müncer olan 1. Dünya Savaşı sonrasında, İngiliz emperyalizmi, Osmanlı hâkimiyetindeki müslüman topraklarında onlarca 'yeni ülkeler' oluşturup, onların herbirisinin tepesine, emperyalizmin iradesine itaati modernleşmek zanneden uşak ruhlu kişi veya kadroları oturtuyordu..
Suriye ve Lübnan ise, İngilizlerle işbirliği yapan Fransa'ya bir 'ödül' olarak bırakılmıştı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Suriye'nin siyasî istiklali, en azından kağıt üzerinde tanınmış ve 'Şükrî el'Kuvvetli' ve 'Edib Şişekli (Çiçekli), Nâzım el'Quddûsî gibi kişiler başkanlığa getirilmişlerdi. Bu kişiler, eski Osmanlı vatandaşları ve de, ailelerinin yarısı da Türkiye tarafında kalmış isimlerdi.. Ve erken hareket eden güç odaklarının arka arkaya yaptığı askerî darbelerle ortaya yeni yeni liderler çıkıyordu.. 1958'lerde, Mısır lideri Cemâl Abdunnâsır, 'Arab Birliği' idealinin ilk adımı olarak, Mısır ve Suriye'yi, 'Birleşik Arab Cumhuriyeti' adında birleştirmişti. Ama, bu birlik, 2 parçadan oluşuyor ve iki parça arasında, düşman İsrail rejimi bulunuyordu . Yani, bu coğrafî bütünlük yoktu. Nitekim, 1961-62'lerde Suriye'de bir darbe gerçekleşti ve 'Birleşik Arab Cumhuriyeti' denemesi başarısız olup çöktü; Mısır ve Suriye eski, ayrı devletler statüsüne döndüler. Ama, Suriye, sonu gelmez askerî darbeleri daha çok görmeye başlamıştı.
Öte yandan, 1950'li yılların ortasında, yeni Arap nesilleri arasında İslam düşmanlığı daha bir yükselirken, 'arab kavmiyetçiliği ve sosyalizm' (el'iştirakiyyûn) temelleri üzerine kurulan 'yeniden doğuş /diriliş' mânasındaki Baas /(Rönesans) ideolojisi bir heyecan dalgası oluşturmuştu, Arap ülkelerinin genç nesilleri arasında.. Bu hareketin beyni olarak ise, bir Hristiyan arab ailesine mensup 'Mişel Eflâk' yükseliyordu.
Ve Baasçı' ideolojiler bu ülkelerden ancak Irak ve Suriye'de askerî darbe yoluyla iktidara gelmişlerdi..
Hele de, her 3-4 ayda bir askerî darbenin yapıldığı Suriye, 1970'lere kadar olan dönemde en çok da darbeleriyle meşhur olmaya başlamıştı.. Hattâ, bazı darbeciler, Şam'daki Türkiye Sefareti'nin/ Büyükelçiliği'nin duvarına bitişik evleri kiralayıp orada oturuyorlar ve gece yarılarında darbe teşebbüsünün başladığını hissedince, hemen Türkiye Büyükelçiliği'nin bahçesine atlayıp canlarını kurtarıyorlardı.
Irak'ta ise, önce General Hasan el'Bekr ve yeğeni Saddam Huseyn tarafından, Suriye'de General Hâfız Esed liderliğinde gerçekleştirilen Baasçı iktidarlar kurulmuştu.
Ancak, liderliğin kime aid olacağı üzerine Saddam Hüseyin'le Hâfız Esad arasında ihtilaf vardı. Irak hem nüfus ve hem de petrol zenginliği bakımından Suriye'den çok güçlü idi ve Saddam'ın, başkasının emrine girmesi düşünülemezdi.. 'General dayısının gölgesi'nde, Irak Devrim Komuta Konseyi'nin başkanı ve dış ülkelerde Devlet Başkanı gibi itibar gören sert bir lider olan Saddam, ülke nüfusunun yarısı kadarını oluşturan sünnî cenahtan ve Tikrit şehrindendi.
Hâfız Esed ise, Suriye nüfusunun yüzde 10 kadarını oluşturan ve sünnîliğin de, şiiîliğin de İslam dışı saydığı 'nusayrî'lerden ve Lazkiye şehrinden idi..
'Arap Birliği' idealini de, ideolojinin temeli yapan Baas Hareketi, bütün Arab dünyasındaki liderliğin kimin elinde olması gerektiği düşüncesi halledilemiyordu.
*
İşte o sıralarda, İran'da, Şahlık sistemine ve Şah Pehlevî'ye karşı başlayan ve onbinlerce kurban verilerek yapılan dev gösteriler sonunda 1979 başında, İslam'ın şiî yorumuna dayanılarak, bir inkılab gerçekleşince 'yeni İran' ile, Saddam liderliğindeki Irak Baas rejimi arasında 22 Eylûl 1980 günü başlayıp, 8 yıl sürecek ve iki taraftan en az 1 milyon insanın hayatına mal olan kanlı bir savaş olurken; Saddam gibi Baasçı bir ideolojiye bağlı olan Hâfız Esad liderliğindeki Suriye, nasıl olmuştu da, İran'ın yanında yer almıştı?
*
Saddam, Arab dünyasındaki Baasçı liderliğini tartışmasız bir konuma kavuşturmak için, Şah rejiminin ve güçlü ordusunun dağılmasını fırsata çevirmek istiyordu. Çünkü, Irak'ın 2. adamı olan Saddam ile 1975 yılında İran Şahı arasında Cezayir'de imzalanan bir andlaşma, Saddam'ı çok güç duruma düşürmüştü ve bunun için, o anlaşma belgesini tv ekranları karşısında yırtarak İran'a âniden savaş açan Saddam, İran'ı yenerek bir kesin zafer elde etmek ve Arap Dünyasında, Cemal AbdunNâsır'ın yapamadığını yapmak istiyordu. Ama, Saddam'ın karşısında bir başka Baasçı lider olarak Suriye Baas rejiminin başındaki Hâfız Esed, Saddam'ın o Baas liderliğini kabul etmemek için direnmeye çalışıyordu.
Diğer bütün Arap rejimleri, Saddam'a o savaş için, 100 milyarlarca dolarlık malî ve askerî yardım ve destek sağlarken, Hâfız Esad ise, tek Arap rejimi olarak, İran'a yardımcı oluyor, onun savaşı sürdürmesi için, uluslararası pazarlardan Doğu Akdeniz'de her türlü ihtiyacına iskele başı rolü görüyor, İran da onun petrol ihtiyacını parasız olarak karşılamak için Meclis'ten kanun bile çıkarıyor ve diğer malî yardımları da sağlıyordu.
*
Ama bu durum, İran'ı, Suriye Baas rejiminin , müslüman halka zulmetmesine yardım eden bir odak haline getiriyor ve aralarındaki Savunma İşbirliği Antlaşmasına sırtını dayayan Suriye Baas rejiminin hemen bütün zulümlerine, direkt veya dolaylı destekçi durumuna düşen İran, sünnî dünyanın halkları arasında, hele de son 30 yıl boyunca itibarız bir durumuna düşüyordu.
*
2 Aralık tarihli yazımdaki başlık, 'Şen olasın Haleb şehri..', hele de son 10 gün içinde Suriye'de olup bitenlerin meçhul geleceği üzerine, 'İslâm Milleti'nin hayrına sonuçlanması temennisi idi.
Ama, hadiselerin bu kadar süratli gelişeceğini tahmin etmek kolay değildi.. Çünkü, 55 yıllık bir (Baba-Oğul) Hâfız ve Beşşar Esed Hanedanı'nın bu kadar kolay gideceği beklenemezdi.
Bu konunun anlaşılabilmesi için, yakın tarih dönemine bu kadarca işaret şimdilik yeterli.. Ama, bu hamur daha çook su götürür; gelecek günlerde yine değiniriz, inşaallah..